Olan oldu ve Türkiye şimdi de Suriye ile savaşın eşiğine gelip dayandı. Kimileri Suriye’ye haddini bildirelim diyor. Kimileri de Türkiye maceraya girmeden uluslararası kamuoyunu da yanına almak suretiyle hareket etmeli diyor ve bunu “meşruiyet” kaygısıyla açıklıyor. Başbakan da Suriye halkını diktatörlükten kurtarmayı hedef olarak tayin etmiş durumda.
Uluslararası hukuk açısından durumun ne olduğu tartışması elbette ki çok önemli. Türkiye’nin bu konuda geniş bir konsensüs ile harekete geçmesi, Arap kamuoyunun vicdanında olumsuz izler bırakmaksızın, çok daha önemlisi Suriye halkına zarar vermeden kendi politikasını geliştirmesi çok önemli.
Bir ülke nasıl politika üretir?
Ancak hangi politik tercihler öne çıkarsa çıksın, tüm bu politikaların icra edilebilirliğinin de esaslı bir şekilde masaya yatırılması gerekir.
Nedir bu icra edilebilirlikten kastettiğimiz? Silah ve asker sayısının yeterliliği, kararlılık gösteren bir hükümet veya parti liderliği de değil. Vizyoner veya stratejistlerin varlığı da değil, anlatmaya çalıştığımız.
Bir bütün olarak devlet aygıtı, politika üretiminin neresinde ve nasıl yer alıyor? İstediğimiz kadar muhteşem planlar çizelim, ucu binyıllara uzanacak vizyonlar geliştirelim, bunları hayata geçirilmesi uygun araçların varlığına bağlı. Devlet aygıtı tam da bu ihtiyaca tekabül etmekte.
Bir ülke nasıl politika üretir? Kabile devletlerinde politika denen şey, “Şef”in ağzından çıkan politik nitelikli ifadelerin adıdır. Kurumsallaşmasını tamamlamış modern ülkelerde politika milyonlarca akıldan süzülerek gelen nihai bir akla ve arşive dayanılarak üretilir. Zira devlet siyasallaşmış toplumu ifade eder. Toplumun siyasal iradesi, demokratik bir anayasal çerçevede örgütlenen ve katılımcılığa dayanan bir kurumsal ağda üretilir. Siyasal partiler kontrol ettikleri devlet aygıtı eliyle ulusal ve uluslararası ölçekte bilgi toplar ve kararını bu bilgi ve arşiv üzerine inşa eder. Hükümetler bu malzemelere dayalı olarak politik kararlar alır. Toplumun başta tarihsel ve kültürel arşivlerinden ve bir bütün olarak toplumun enerjisinden beslenir.
Suriye analizleri kafa karıştırmasın
Ancak burada da durmaz. Alınan kararlar yeniden kurumsal yapılar tarafından rasyonelleştirilerek icraya dökülür. İcranın başarılı olması ise devlet aygıtının toplumsal onaya tabi olmasını, katılıma dayanmasını ve tabii ki hızlı, etkin ve denetlenebilir olmasını zorunlu kılar.
Tersinden söyleyelim: toplum ile devlet arasında yabancılaşma giderilmemişse, devlet aygıtı bilgi ve kararları yerelden merkeze rasyonelleştirerek taşıyabilecek şekilde kurgulanmadıysa ve merkezin aldığı siyasal kararı toplumsal ortak paydayı gözetecek şekilde icra edebilecek durumda değilse veya bunları hızla ve etnik bir şekilde hayata geçiremeyecek ise, yalnızca güçlü bir siyasal partinin ve güçlü bir liderliğin alacağı kararlar, 70 milyonun ortak aklının bir ifadesi olmaz, olsa rasyonel değildir, öyle olduğunu varsaysak da icra edilmesi pek mümkün olmaz. Elde böyle bir araç ile bölgesel ve küresel aktör olunmaz. Aksine bölgesel ve küresel felakete dönüşme riski daha yüksektir.
Suriye ile ilgili olarak üretilen kalabalık analiz ve tezlerden başımızı kaldırıp, siyasal düzenimize bakalım:
Osmanlı devleti çökerken, devlet seçkinleri, yani bürokrasi, son kaleyi kaybetmeme ve bunun için ittihatçılar gibi ülkeyi yeni bir maceraya atmama güdüsüyle siyasal yapıyı tanzim ettiler. Bu psikoloji o kadar etkin idi ki, misakı milli bir kenara atıldı. Lozan Antlaşmasına imza kondu. On iki adaların, Musul ve Kerkük’ün kaybedilmesine göz yumuldu. Halifelik kaldırıldı. Dış dünyaya ilişkin hiçbir iddianın bulunmadığı mesajı verildi. Siyasal yapı buna uygun olarak içe kapalı hale getirildi. Hatta ülkenin bu iddiasını sağlamlaştırma adına, Osmanlı ve Selçuklu dönemine ait tarihsel hafızanın sonradan başa bela olmaması için üstünün betonla örülmesi gerekiyordu; eğitim sistemi bunun aracı oldu.
Laikliği ve devrimleri bir de bu bağlamda yeniden okumak gerekir.
Anadolu toplumunun batıyla ilişkisi filtreli kanallar üzerinden muhafaza edildi. Ancak doğuya ait kanalları tamamen kapatıldı. Ait bulunduğu ormanda bir kafeste yaşamaya mecbur bırakılmakla birlikte başına fötr şapka geçirilen ve ara sıra batılı yiyecekler sunulan bir maymundan farksız hale getirildi. Toplum hem batıya ilişkin olarak sahici olmayan bir arşiv üretti, hem de 90 yıl boyunca doğuya ilişkin herhangi bir entelektüel birikime sahip olamadı.
Plastik cerrahi müdahale mi?
Başta Britanya olmak üzere batının politik tercihlerine uyan bu yapının uzun süre batı tarafından alkışlanması bu nedenle şaşırtıcı olmamalı.
Türkiye’nin 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarının öngördüğü düzen böyle bir şey. İçe kapalı, ne doğuyu, ne de batıyı bilmeyen dolayısıyla her ikisine karşı, devlet egemenlerinin kontrolünde korku ve kaygı üreten bir yapı oldu. Dış politikası buna göre biçimlendi.
Şimdi toplum değişti, ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal dinamikleri değişti, arşivler üzerine dökülmüş beton bloklar parçalandı. Toplum içe kapalılığı aşarak dünya ile rasyonel bir ilişki kurma sürecini başlattı. Ancak onun iddialarını taşıyacak, onun geliştirdiği politik malzemeyi politik karara dönüştürecek ve icra edecek yapı, maalesef yukarıda tanımladığımız yapı. Yani yeni bir ruh, yaşlı ve kendini taşıyamayacak bir bedene sıkışmış durumda. Bununla yola nasıl devam edilecek? Suriye gürültüsü içinde birkaç dakikalığına bu soruya eğilelim, derim.
Türkiye’nin bir siyasal reenkarnasyona ihtiyacı vardır. Bu da katılımcı, özgürlükçü ve etkin bir anayasal düzen demektir.
Yüzyıllık siyasal iskelete dokunmayan, yalnızca temel hak ve özgürlükler kısmında göz boyayıcı söylemler enflasyonuyla işi kotarmaya çalışan bir anayasa yapımı, plastik cerrahi müdahalelerin sağlayacağı etkiden fazlasını sağlamaz.
Elimizdeki aygıt bu olduğu sürece, Suriye halkını diktatörlükten kurtaramayız, kendi toplumumuza zarar veririz. Bölgesel sorumluluklar bir yandan zorlarken, bu siyasal düzen ile meşruiyet çizgisini tutturmamız da çok zor. Tarihi ıskalayacağımız ise kesin.
Bunu anlatamıyoruz bir türlü...