Türkiye’de devletin yapısı 1924’ten bugüne kadar değişmedi. Yerel yönetimler, parlamento-devlet kurumları ilişkisi ile askeri ve yargısal bürokrasinin demokratik denetimi tercihleri 1961’de ve 1982’de de aynı. Bu nedenle sistemin yapısal dönüşümü can yakıcı bir öncelik.
Evet, Kongreye doğru giden AK Parti’nin ekonomi karnesi çok iyi. Hukuk ve siyasal alana ilişkin karnesi de genelde olumlu olmakla birlikte, dikkat çekmek istediğim çok daha temel bir sorun var.
O da sistem değişimini hedeflemeyen hukuki değişikliklere odaklanmasıdır. Yaşanan birkaç yapısal değişimin somut bir siyasal vizyonun uygulaması olmaktan çok konjonktürel ihtiyaçlardan kaynaklandığı aşikâr. Bu nedenle yapısal değişikliklerle ilgili olmayan 2002-2005 dönemi faaliyetlerinin “reformlar dönemi” olarak yüceltilse de temel bir yanlışa işaret ediyor. Bunu izah ederken, önce Almanya’dan örnek vererek başlayalım.
‘Makyajlı Cuhmuriyet’in ilanı
Almanya 1918 Kasım’ında gerçekleşen bir devrimle monarşiden demokrasiye geçti. İmparator Hollanda’ya kaçtı. Sosyal Demokrat P. Scheidemann Parlamento balkonundan Cumhuriyet ilan etti. Siyasi temsilciler Goethe ve Schiller’e ev sahipliği yapmış Weimar kentinde Ulusal Tiyatro’da toplanarak yeni bir Anayasa yaptılar. Ülkenin içinde bulunduğu kaotik dönem ve bir komünist devrim riski, Anayasa yapımında siyasetçileri yapısal dönüşümden alıkoydular. Zira şimdi devlet yapısını ve anayasal sistemi değiştirirlerse, elde komünistlerle ve sair darbecilerle mücadele edecek kurumlar, ordu, polis ve özellikle yargı kalmayacaktı. Oysa işleyebilir bir devlet aygıtına ihtiyaçları vardı. Ayrıca içinde yetiştikleri siyasal kültürün militarist ve milliyetçi dilinin çok da dışında olmadıklarından, pek çoğu için yapısal değişime de ihtiyaç yoktu.
İşte bu gerekçelerle Polis teşkilatının parlamentonun denetimine alınması dışında, Anayasal sistem demokratikleştirilmedi, devlet kurumları demokratik denetime tabi tutulmadı. Başta R. Lüksemburg olmak üzere anayasa yapımı sırasında pek çok siyasetçi ve düşünürün uyarısı göz ardı edildi. Ne kurumsal yapı değişti, ne de eski rejim ekibi tasfiye edildi. Eski rejimin yargısı, ordusu, bürokrasisi, “demokrasi” döneminde varlığını ve etkinliğini devam ettirdi. Merkez ile yerel arasındaki ilişki değişmedi. Şunu desek yanlış olmayacak: Demokrasinin gelmesi denilen hadise, mevcut devlet yapısına yasa yapma yetkisi tanınmış bir parlamentonun eklenmesinden başka bir şey değildi. İmparatorun yerini aynı yetkilere sahip “seçimle gelmiş bir Cumhurbaşkanı”nın alması makyajdan öte bir anlama sahip değildi. Anlamı olsaydı, Türkiye’de bir anlamı olurdu. Kısaca cumhuriyetin ilanı Almanya’da demokratik düzeni tesis etmedi.
Ne oldu? Ordu, Cumhurbaşkanı’nın darbeyi bastırma emrini “asker askere kurşun sıkmaz!” diyerek geri çekti. Hükümetin bilgisi dışında Kızıl Ordu’yla dahi ilişkiler kurabildi. Parlamentoya yönelik saldırı ve baskılar karşısında “tarafsız” kaldı. Bürokrasi, uygulamalarıyla önce 1919 sonrasında nispeten egemen olan liberal ortamı peyderpey boğarak, demokratik kamuoyunu çalışamaz hale getirdi. Yargı sağda ve solda liberal değerlere sahip olanları kriminalize etti, parlamentoya meydan okuyarak yapısal reformların geri çekilmesini sağladı. Nasyonal sosyalistlerin işbaşına gelmesini kolaylaştırdı. Düşünün ki yargı bürokrasisinin tepesindeki kişiler ve yargı teşkilatı, Nasyonal sosyalistlerin iktidara gelmesinden sonra dahi yerlerinde kaldılar.
Kısaca, demokratik siyasal aktörler demokrasiyi yapısal dönüşümü yapmaktan kaçınmak suretiyle altın tepside devlet aygıtına, yani bürokrasiye teslim etti.
Demokrasiyi yutan rejim
1924-1929 arasındaki ekonomik kalkınma mucizesinin ve yapısal olmayan pek çok reformun bu kaderi değiştirememiş olduğunun da altını defalarca çizmekte yarar vardır.
Kısacası Nasyonal sosyalistlerin iktidara gelmesi, anayasal düzeni demokratikleştirememiş siyaset kurumunun, anayasal düzen tarafından yeniden ele geçirilmesi hamlesinden başka bir şey değil! Rejim nasyonal sosyalistlerce ele geçirilmedi, rejim demokratik siyaseti ele geçirdi.
1945 sonrası Almanya’sını bugün Avrupa’nın ileri demokrasilerinden ve hukuk devleti sistemlerinden biri haline getiren deneyim buydu ve 1945 sonrasında gerçekleştirdikleri yapısal reformlardı. Başta ordu ve yargı olmak üzere devlet teşkilatı yapısal değişime uğratıldığı gibi, istisnasız tüm kurum ve kuruluşlar demokratik siyasetin denetimine tabi tutuldular. Demokratik siyaset yalnızca parlamento genel kurulunda başlayıp biten bir müzakerecilik olmaktan çıkarılıp, devletin tüm sistemini et- kileyen ve muhalefetin de inşaya katılabildiği bir imkâna dönüştürüldü. Eyalet sistemi yeni baştan tanzim edildi.
Yapısal olmayan reformlar dizisi
Türkiye’ye de bakalım.
1908’de Meşrutiyet ilan edildi. 1909 ile siyasal sistemin tepesinde bir değişikliğe gidilerek meşruti monarşi kurumsallaştırıldı. Parlamento’nun yetkileri arttırıldı. Ancak devlet aygıtı modernleştirilmekle birlikte “demokratikleştirilmesi” gibi bir ihtiyaç baskın gelmediğinden, 1913 İttihatçı darbeyle birlikte parlamentonun yetkileri yeniden daraltıldı, partiler kapatıldı. Türkiye bir bürokratik diktatörlüğe teslim edildi. 1919 ile başlayan kurtuluş ve milli hâkimiyet mücadelesi 1921 Anayasasıyla taçlanırken, bu anayasanın öngördüğü teşkilatın kurulması, düzenli ordunun kurulması ve bürokrasinin Ankara’ya egemen olmasıyla birlikte akamete uğradı. 1924 Anayasası, 1921 tercihlerinin tersine 1913 ruhunu esas alarak bürokratik devleti Ankara’da tesis etti. Yerel yönetimlerin özerkliği ortadan kaldırıldı. Parlamento bürokrasinin halk adına yasama yetkisini kullandığı bir mekâna dönüştürüldü. Almanya’da Bismarck döneminde tesis edilmiş Bürokratik devlet aparatı, 1924 ile birlikte Ankara’da inşa edildi.
1945 sonrası devlet aygıtı, sistemde hiçbir değişime gitmeden birden fazla partinin kurulmasına onay verdi. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti yapısal olmayan reformlarla yetindi ve sistemi demokratikleştirme gayretine girmedi. Sistem 1960’ta yeniden iktidarı ele geçirdi ve bugüne kadar iktidarını devam ettirdi. Türkiye’de devletin yapısı 1924’ten bugüne kadar değişmedi. 1924’ün yerel yönetimler, parlamento-devlet kurumları ilişkisi ile askeri ve yargısal bürokrasinin demokratik denetimi tercihleri 1961’de ve 1982’de de aynı. Üstelik bu tercihler, siyaset kurumunun ulusal, bölgesel ve küresel politikasının hem belirlenmesini, hem de hayata geçirilmesini doğrudan etkilemektedir. Yani hayati tercihlerdir.
Dolayısıyla Türkiye’de sistemin yapısal dönüşümü can yakıcı bir önceliktir. Weimar’ın akıbeti, 27 Mayıs’a bakılırsa, o kadar da bizden uzak değil.
30 Ekim Kongresi ve sonrasında ortaya çıkacak İrade’nin bu tarihi derse iyi çalışması gerekiyor.
Haftaya devam edeceğim.