Önce şu tesbîti bir kenara kaydedelim:
Eski olan herşey kötü olmadığı gibi yeni olan herşey de iyi değildir!
Onun için şu sıra harâretle tartışdığımız meseleyi “eski Türkiye” ile “yeni Türkiye” arasındaki bir mücâdele olarak kabûl etmekden vazgeçsek iyi ederiz.
Meselâ eski Türkiye’nin temel unsurları arasında bir “laiklik” ilkesi vardır.
Şimdi yeni Türkiye’yi kurarken eskidir diye bu ilkeden ferâgat etmeyi herhalde savunacak değiliz.
Zâten savunan yok, diye geçiştirmek de bence doğru değil. Çünki “yeni Türkiye” derken neyi kasdedip neyi etmediğimizi ortaya koymalıyız ki mevzû bir sağırlar diyaloguna dönüşerek yozlaşmasın ve içinden çıkılamaz hâle gelmesin!
Bugün artık “eski” Türkiye sözüyle kasdedilen rejimin temel unsurlarını onyıllardır CHP’nin “ALTI OK” adıyla anılan prensipleri temsîl ediyor.
En azından öyle söylenegeliyor.
Öte yandan sokağa çıkıp rastgele on kişiyi çevirerek bu “altı” okun neleri sembolize etdiğini sorsanız en az dokuzu bunları bir çırpıda sayamaz!
İnanmayan kendinden denesin!
Onun için ben sevâbına (ve tabii bir ansiklopedideki “Altı Ok” maddesine bakarak!!!)
sayıvereyim:
“Cumhûriyetçilik, Halkçılık, İnkılâbcılık, Devletçilik, Laiklik, Milliyetçilik”!!!
Şimdi değerli okurlarımdan istirhâm ediyorum; hâlen eski Türkiye devâm ediyor diye kabûl edildiğine nazaran bu ilkelerden hangilerinin yürürlükde olduğunu ve yeni bir Türkiye kurulurken hangilerinin “devren” bu yeni rejime ekleneceğini bir düşünüversinler!
İnkılâbcılık ve devletçilik kalacak mı? Milliyetçilik kalıyorsa Türkiye’nin AB gibi bu ideolojiyi şiddetle reddeden bir örgüte girme arzûsuyla nasıl bağdaştırılacak? O zaman nüfûsun %14’ünü oluşturan Kürd yurddaşlarımıza ne denilecek?
Türkiye “cumhûriyet rejimi” yerine tekrar “meşrûtî monarşi” şekline dönse, lâkin “çoğulcu demokrasi”nin şartlarını da eksiksiz yerine getirme seviyesine yükselse bu durum, şimdiki “yarım yamalak demokrasi”rejiminden daha şâyân-ı tercih bir yönetim biçimi olur mu olmaz mı, neden?
Göstermek istediğim, bugün artık Yüce Önder’in 1930’larda Türkiye için kurduğu ve o zamanlar şübhesiz pek çok bakımlardan uygun olan rejimin bugün artık yüzlerce ışık yılı uzağında olduğumuz. O bakımdan 2013 Yılı’nda hâlâ “kalsın mı, bitsin mi?” münâkaşası yapmak abesle iştigâlden öteye pek bir mânâ ifâde etmiyor olsa gerek.
Nasıl söylesek; meselâ Levent-Bakırköy ve Kadıköy-Pendik arası vızır vızır askılı yüksek hız tramvayları işlerken siz hâlâ acabâ bu hatlardaki faytonları kaldırsak mı kaldırmasak mı “problemini” (!) konuşuyorsunuz.
Kardeşim, zâten bitmiş bir şeyi kaldırsanız kaç yazar, kaldırmasanız kaç yazar?
Kaldı ki bu ilkeler daha 1930’larda “benimsendikleri” zaman bile gerçek anlamda “Atatürk Düşüncesi”ni temsîl etmiyorlardı ki!
Atatürk’ün bizzat yazıp söylediklerini incelerseniz görürsünüz ki onun da böyle “altı ok,maltı ok” diye bir derdi yokdu.
Anlayabildiğim kadarıyla Yüce Önder’in politik fikriyâtını iki ana unsur teşkîl eder:
- Hâkimiyet-i Milliye
- İstiklâl-i tâm
Oysa birinci ilkeden 1951 Eylülü’nde NATO üyesi olunarak, hattâ bâzılarına göre 19 Ekim 1939’da Türk-Fransız-İngiliz İttifâkı imzâlanarak vazgeçilmişdir.
Arkasından 18 Hazîran 1941 târihli Türkiye-Alman Rayhı Andlaşması gelir.
Buna bağlı olarak ikinci ilkeden de otomatikman vazgeçilmiş olduğu besbellidir.
Bunlara bakınca eski ve yeni Türkiye tartışmalarının ne kadar yersiz olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Onun için bu tür “göstermelik” münâkaşaları bir yana bırakarak 2013 Yılı’na ve genel olarak 21. Yüzyıl’a en uygun anayasa nasıl yapılır suali üzerine yoğunlaşsak bence daha iyi ederiz.
Bunu yaparsak belki, “yanlışlıkla” bile olsa, doğruyu bulabiliriz.
Ben şimdi harem tarafına geçiyorum. Bir sonuca vardığınız zaman Dilrübâ Kalfa’yla haber yollayın ki dönüp yine aranıza katılayım.