Ölüm herhalde en çok susturan şeydir şu yalan dünyada bizi. Aşı tutmayan gül ağacı gibi ölüm de hiçbir kelimeyi barındırmıyor yanında. Bize kalan susmak oluyor. Belki susunca biraz olsun durup düşünebiliyor insan.
Bendeniz memurum efendim. Ayıptır söylemesi biraz da yüksek memurum. Hani havaalanında ayrı kapılardan girip çıkan cinsten bir memurum. Sizlere anlatacağım hadise o farklı kapılardan çıkıp uçağa konduğum ve Paris’e uçtuğum bir seyahat sırasında yaşandı. İş için Paris’e gitmek durumunda kaldım. Seyahat kısa fakat önemliydi. Hazırlığımı yaptım ve resmi toplantıların olmazsa olmazı takım elbiselerimin ütülenmesi, hazırlanmasını eşime sıkı sıkı tembihledim.
Gün, saat geldi uçtuk Paris’e otele yerleştik. Ben erkence kalktım kahvaltı ettim. Adetimdir o memleketin gazetelerini alıp bir kahve içerim otelde. Yine öyle yaptım kahvemi yudumlarken içime bir sızı düştü. Yahu bizim elbiseler tamam mı acaba diye düşündüm. Hemen odaya çıkıp kontrol ettim. Ve korktuğum başıma geldi. Takım elbiselerin ikisinden de garip bir koku geliyordu. Bebek kolonyası sürülmüş gibiydi. Elbisenin cebinden bir pembe zarf düştü. Açtım baktım ki kızım el yazısıyla bana mektup yazmış. “Seyahatin boyunca bizi düşün diye kokumu sürdüm elbiseye” diyordu. Neyse çocuk işte diye bebek kolonyası kokulu takım elbiseyi giydim. Bir sıkıntı yok gibiydi ama pantolona bakınca başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Ütü çizgisi dört şerit otoban gibiydi. Bu ütüyü kim yaptı diye feryat figan telefon açtım. Hanım, “Sürprizimizi nasıl buldun?” diyordu. Meğer ütüyü kızım yapmış. “Kızımın eline sağlık da sen hiç bakmadın mı bu ütüler kaç kere çizgiyi şaşırmış. Bu halde nasıl giyilir bu pantolon?” dedim. Hanım; “Tamam canım farkındayım ütü bir kaç şerit gitmiş gelmiş ama ben düzeltseydim kızımızın öz güveni sarsılırdı. Hem Avrupalılar kılık kıyafete pek aldırış etmezler kimsenin haberi bile olmaz” diyordu. Daha fazla konuşursam kalplerini kırarım endişesiyle kızıma bol selam söyleyerek telefonu kapattım.
***
Bir terzi bulmak için yollara düştüm. Toplantı saati yaklaşıyor ben elimde pantolonlar yana yana terzi arıyordum. Sonunda bir dükkan buldum. Ve inanmazsınız dükkanın adı İstanbul Terzisi. Dükkana girdim selam kelam durumu anlattım. Dükkanda iki kişiler ikisi de usta, Hampar ile Kirkor ustalar. Ermeni iki vatandaşımız. Hikâyeleri uzun ve eli kalem tutan birine denk gelse epey bir hikâye olacak kadar ayrıntılı idi. Şu kadarını söyleyeyim. Kirkor Usta’nın bacısı ile evliymiş Hampar Usta. Kadıncağızdan hiç çocuğu olmamış. Ve üç sene evvel de Armoni Hanım ölmüş. Enişte kayın bu dükkanda Armoni’nin hatıralarıyla yaşayıp sanat icra ediyorlar. Benim pantolonu kısa zaman da öyle güzel ütülediler ki jilet gibi oldu.
“Enişte kayın birbirinden hayın” dedim. İkisi birden duvardaki fotoğrafa baktılar. Ben anlamadım. Kayın olan anlattı. “Bu benim ablamdı üç sene evvel kanserden öldü. Bu sözü o çok söylerdi. Bizim muhabbetimizden pek hoşlanırdı ama kızdırmak için sizin söylediğinizi söylerdi gülüşürdük.” Ben mahsunlaştım. Dükkanın havası ağırlaştı. Bir zaman sustuk. Ölüm herhalde en çok susturan şeydir şu yalan dünyada bizi. Aşı tutmayan gül ağacı gibi ölüm de hiçbir kelimeyi barındırmıyor yanında. Bize kalan susmak oluyor. Belki susunca biraz olsun durup düşünebiliyor insan. Bizim sükutumuzu benim toplantıya geç kalma telaşım böldü. Pantolonları alıp gitmek istedim. Ama Hampar Usta; “Sen şimdi ne yapsan yetişemezsin oraya. Turist akın etmiştir ki polisin ter tepesinden aşar” dedi. Güldüm. “Bu söylediklerini Fransızca söyle de görelim” dedim. Yine güldük. Evet Fransızca nasıl denirdi; ‘teri tepesinden aşmak…’
***
Enişte kayın beni kendi araçlarıyla önce otele getirdiler. Lobide beklediler ben giyinip indim hemen ve sonra da toplantının olacağı salona gittik. Hakikaten turist kaynıyordu. “Paris’in bu haliyle sırt üstü yatıp sadece turist geliriyle geçinmesi lâzım” demişim. Hampar Usta güldü, “Hemen hesap yaptın değil mi? Şu kadar adam günde şu kadar para bıraksa diye” Mahcup oldum. “Aslına bakarsan bizim kafa da hâlâ öyle çalışıyor endişe etme. Bizim hesabımız da Türk gibidir” dedi.
Toplantıların bitiş saatinde ikisi de çıkışta beni bekliyorlardı. Beraberce Paris’i epeyce gezdik. Bir şey dikkatimi çekti. Ben zaten alkol almam ama onlar da beni alkol olmayan yerlere götürdüler. Kafalarındaki Türk imajının böyle kalmış olmasını da ilginç bir tercih olarak kayıt düştüm hafızama.
Gezdiğimiz yerler benim de isteğim üzerine sanat, kültür odaklı yerlerdi. Oralarda fark ettiğim bir şey var ki bizim kültürel çalışmalarımızda hep devlet desteği var. Kültüre yatırım ülke içinde de dışında da devletten bekleniyor. Halbuki öyle geniş bir saha var ki kültürü yatırım yapılacak bir alan olarak görmüyoruz işin açıkçası. Ama Paris allayıp pullayıp kendi mazisini satıyor da satıyor. Bu köşeden olmazsa şu köşeden cebine ve beğenine hitap etmeyi beceriyor.
***
Neyse benim Hampar ile Kirkor maceramı bir kültür yazısına çevirmeyelim. Gezdikten sonra hep başka başka kafelerde oturduk ki gördüğümüz mekan sayısı artsın. Hampar Usta’nın çay tiryakisi olduğunu öğrendim. Kirkor, eniştesine nazaran hem az yiyor, içiyor hem de az konuşuyordu. Ama Hampar Usta çayın yanında pasta, börek almadan duramıyor. Göbeğini gösterip gülüyor, “Bunlar da Türk kası oldu be kardeşim.” Laflıyoruz sağdan soldan ve ben görüyorum ki eşini kaybetmiş erkek pek gariban oluyormuş. Dalıp dalıp gidiyordu Hampar Usta. Hani bir laf var ya erkekler annelerini kaybedene kadar çocuk, annelerini kaybedince bir anda ihtiyar olurlar diye. Ben o lafa bir ek daha yaptım; hanımları ölünce de garip serçeler gibi oluyor erkekler. Kolu dalı kırılıyor. Konuştuğu her laf dönüp dolaşıp hanımına geliyor. Hampar hâlâ gözleri dolarak hanımını anlatıyor. Hanımıyla beraber geçmiş çocuklukları. “Antep’te babamın terzisi vardı. Armoni’nin annesi de bayan terzisiydi rahmetli. Armoni dikiş makinesi tıkırtıları arasında büyüdü. Ve kendi de efsane bir terzi oldu. Biz şu iki parmağım kadar yakındık. Sonra ben bir türkü ezberledim ve o türküyü Armoni’ye söyledim. “Dam başında pıtırak gelin kızlar oturak, oturmaktan ne çıkar düğün edek kurtulak” dedim. Ailelerimiz de razı oldular biz evlendik. Ama evladımız olmadı hiç. Gitmediğimiz doktor kalmadı. Daha açık söylersem çocuklar oluyordu da yaşamıyordu. Bazen bir hafta bazen yarım gün sonra ölüyordu bebecikler. Ben de Armoni’ye acıdım “yeter” dedim, “Ne kendi canına eziyet et ne bize” Sonra işte kalktık geldik buraya. Armoni’nin kuzeni fotoğrafçıydı. Buraya göçmeden evvel Antep’in her köşesini fotoğrafladı. Buraya gelirken onları da beraber getirdik. Onlara bakar bakar ağlardı kuzum benim. Buradaki doktorlar da bir çare bulamadılar. Üç gebelik de burada geçirdi ve doktorlar artık yasak ettiler. Burada da epeyce bir müşterisi vardı Armoni’nin. Dikişi, makası markaydı yani. Sonra işte hastalık geldi bindi dalına. Ben doktorlara çok sordum, geçirdiği gebelikler onu bu hale koymuş olabilir miydi? Ama öyle değilmiş. Neyse işte en sonunda kara toprak aldı bizden…”
***
Enişte, kayın bana bir de takım elbise diktiler. “Bizden sana bir hatıra kalsın istemez misin?” dediler. Bir hafta içinde kestiler, biçtiler sonunda jilet gibi bir lacivert takım çıktı ortaya. Para teklif ettim. Kızdılar, mahsustan darıldılar. “Bu takım elbise bizim memlekete senin üzerinden bir hediyemiz olsun. Belki bir kere daha görürüz ya da göremeyiz” dediler. Bu sefer de ben ısrarcı oldum. “Türkiye’ye geleceksiniz, benim misafirim olacaksınız” dedim. Tereddüt ettiler ama ben ısrarcı olunca razı oldular ve Türkiye’de misafirim oldular. İstanbul’u gezerken hayretler içinde kaldılar. Onların bildiği İstanbul ile şimdiki arasında dağlar kadar fark vardı. Sonra Antep’e gittik. Çok duygusal anlar yaşadık. Ve hiç hesapta olmayan bir şey oldu. Hampar Antep’te rahatsızlandı. “Burada ölür kalırsam göndermeyin beni. Gömün memleket toprağına Armoni de böyle isterdi” dedi. Ama korkusu yersizdi, iyileşti. Ve Paris’e döndü….
Biz yıllarca telefon, mektup ile arayı soğutmadık. Ve bir sabah bir telefon geldi arayan Kirkor idi. Hampar’ın hastalandığını ve maalesef kaybettiklerini söyledi. Hampar gitti hatırası kaldı yadigâr. Diyeceğim o ki kızımın ütü öğrenmek için pantolonumda açtığı yol böylece bir güzel dostluk ile neticelendi. Bırakın çocuklarımız yalan yanlış da olsa izler yollar açsınlar, bakın yanlış bir ütü ile nice hatıralar biriktirmiş olduk biz…