Araya Gezi Parkı olayları vesaire girdiği için zamanında değinemedim: Cemil Koçak’ın birkaç hafta önce STAR’da çıkan yazısı her zamanki gibi yakın tarihimizin az bilinen sayfalarından birine ışık tutuyordu. Atatürk’ün Serbest Fırka gailesi sona erdikten sonra çıktığı meşhur yurt gezisi sırasında Adana ve İçel illerinde yaşayan Nusayri kökenli vatandaşlarımızla ilgili olarak Başvekil İsmet Paşa’ya yazdığı notlarda kullanılan ifadeler ilginçti. “Bu iki vilayetin bütün sahil mıntıkası baştanbaşa Nusayri köyleri ile doludur. Bu mıntıkada Türk köyü yoktur”gibi ifadelerden bahsediyorum. Yani, Arap etnik kimliğine sahip vatandaşlarımızı Türk millî kimliğinin dışında değerlendiren bir bakış açısı var burada.
Bunun tam aksi yönde bir yaklaşımdan ise Cezmi Bayram’ın yakınlarda yayımladığı kitabında yer alan bir anekdot sayesinde haberdar olduk:
Hatay’ın halk oylaması ile Türkiye’ye katılmasının söz konusu olduğu dönemde burada yaşayan Nusayri nüfusun desteğine ihtiyaç vardır. “Bunun için hemen Nusayrilerin de ‘Türk ırkı’ndan olduğu tezi ileri sürüldü. Önemli çalışmalar ve yayınlar yapıldı. Nusayrilerin Yavuz’a kadar Türkçe konuştuğu, Şii oldukları için, Yavuz’a kızarak, ondan sonra Arapça konuşmaya başladığı iddia edildi. Hatta Adana Valisinden, boş bulunan milletvekilliği için aday teklifi istendi. Vali, milli mücadele’de Nusayrilerin Fransızlara karşı, beraber hareket ettiklerinden bahsederek teklifini sundu ve iki Türkiye vatandaşı Nusayri milletvekili yapıldı. Bu çalışmalar semeresini verdi. Hatay’daki Nusayriler kendilerini ‘Türk’ olarak yazdırdılar.” (Cezmi Bayram, Türk Milliyetçiliği -Tarihî Seyri, Yeni Hedefleri-, sh. 35)
İlk bakışta birbirine taban tabana zıt yaklaşımlar gibi görünüyor olsalar da aslında her iki örnek de aynı “yanlış milliyetçilik” anlayışının tezahürleri. Yani Türk kimliğini etnik kökene indirgeme yanlışlığı... Oysa ne modern milliyetçilik fikriyatının kurucusu Gökalp Türk kavramının soyla açıklanmasını kabul eder, ne de yine bu anlayışla hazırlanmış olan ve “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” diyen 1921 anayasası!
Aslına bakarsanız, tek parti döneminin etnik kimlik takıntısı o günlerin Avrupa’sında egemen olan bazı cereyanların etkisinin yanı sıra büyük ölçüde laikleşme politikaları çerçevesinde İslam kimliğini dışarıda bırakma zorunluluğunun yol açtığı bir durumdur. Etnik kimlikleri birleştiren ve bütün bu unsurlardan bir millî kimlik oluşturan “ortak kültür” ve “ortak tarih” yok sayılmak durumunda olunca, etnik temelde siyasî ayrışma riskine çare olarak aslında bütün vatandaşların aynı etnik kökene sahip olduğu tezine sarılmak akla gelmiştir.
Yoksa Avrupa ülkelerinde rastlayacağımız türden bir ırkçılık ideolojisinin o günün politikalarına yön verdiği söylenemez. Esasen o dönemde Türkiye’nin yönetiminde rol alan kadroların da etnik kökenleri itibarıyla homojen yapıda olduğunu söylemek kolay değil.
Zaten Bayram da yukarıdaki Hatay anekdotunu aktardıktan sonra bu konuda “Bu misalde de görülüyor ki Türk Irkçılığı meselesi sosyolojik bir vakıa değil, tamamen siyasi gayeye matuftur” yorumunu yapıyor.
Aynı şekilde Koçak’ın STAR’daki yazısında yer verdiği 1937 tarihli bir bakanlar kurulu kararnamesinde Nusayri vatandaşlarımızdan “Türk kültürüne bağlı oldukları halde ana dillerini kaybetmiş olan...” diye söz edilmesi aslında her şeye rağmen Türkiye’yi yöneten kadronun farklı etnik kimliklere yaklaşımında ırkçılığın değil, asimilasyon politikasının yer aldığını gösteriyor. Bunu da hakşinaslık olarak teslim etmek gerekir.
Bu vesileyle milliyetçi camianın önde gelen saygın isimlerinden, Türk Ocağı İstanbul Şubesi Başkanı Cezmi Bayram’ın adı geçen kitabının anektodlardan oluşan bir tarih anlatısı gibi algılanmasını istemem. “Tarihi seyri” içinde Kemalizm’den ayrıştırılması gereken Türk milliyetçiliğine dünyanın bugünkü şartları çerçevesinde “yeni hedefler” belirlenmesini isteyen yazarın orijinal görüş ve önerilerine bilahare daha ayrıntılı olarak değinmek niyetindeyim.