Seyre dalmanın doyumsuz keyfinin adresidir sinema. Uzun bir geçmişi olmasada, yaşanan tüm süreçlerden nasibini alır. Bazen etkiler bazen etkilenir. Ama yedinci sanat olarak kabul edilecek kadar önemli izler bırakır.
Kimilerine göre seyretmenin ilk hallerinden biri gölge oyunudur. Çin’de çıktığı rivayet edilen gölge oyunu, İmparator Wu’nun karısının ölümüne duyduğu büyük acıya bağlanır. İmparatorun acısını azaltabilmek için, sarayın odalarından birine perde kurulur ve eşine benzeyen bir kadının gölgesi perdeye düşürülür. Bu oyun işe yaradı mı bilinmez ama sinemanın altında yatan yanılsama olur. Bu durum fotoğraftan önce bilinsede 1839’da fotoğrafın bulunması önemli olur. Eski Grekçe, foto yani ışık ve grafi çizmek sözcüklerinin birleşimi olan fotoğraftan sonra geliştirilen yöntemler çığır açar. Edward Muybriagef, 1877 yılında, sıraladığı fotoğraf makinelerinde koşan bir atın görüntüleriyle hareketli görüntü oluşturmayı başarır. Bunu Fransız fizyolog Marey’in 1882’de kuşların uçuşunu incelemek için geliştirdiği saniyede 12 fotoğraf çeken ve makineli tüfeği andıran tasarımı takip eder. Kameranın ilk biçimi olarak Edison ve yardımcısının yaptıkları kinetograf kabul edilir. Saniyede 40 görüntü saptayan kinetoskop, gözlerini iki deliğe dayayan tek bir izleyici tarafından kullanılabiliyordu. Kinetoskopların satışa sunulmasıyla Edison, ilk film stüdyosu Black Maria’yı inşa eder. Kinetoskopu Paris’teki sergide gören Lumiere Kardeşler, sinematografi adlı aygıtı geliştirirler. Hem film çekimi hem de gösterimi yapabilen ve 10 kilo olan alet her yere taşınabilir. Sinemanın başlangıcı, Lumiere Kardeşler’in 1895’de Paris Grand Cafe’de yaptıkları gösterim olarak kabul edilir. Edison’un stüdyoda çekilen görüntülerine karşılık dünyanın farklı yerlerine gönderilen kameramanların görüntüleri çok dikkat çeker.
Konunun detaylarını Hasan Kalyoncu Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü’nden Yrd. Doç. Yelda Yanat’a sordum. Yanat, hayatlarında hareket eden hiçbir şey görmeyen insanların ilk defa gerçek dünyayı gerçek dünya dışında gördüklerini hatırlatıyor. Sinema tarihinde gösterilen ilk film olan Trenin Gara Girişi izleyenleri korkutur. Tüm filmin, trenin gara girişinden ibaret olduğunu söyleyen Yanat, ilk tepkinin izleyenlerin üzerlerine doğru gelen trenden kaçmaları olduğunu belirtiyor.
İstanbul’a da gelen kameramanlar Boğazı ve Haliç’i çeker. Bu görüntüler o kadar beğenilir ki Avrupa’da izdiham olur. Abdülhamid devrinde yani hassas dengelerin gözetildiği bir devirde kameramanın şehre nasıl girdiğini merak ediyorum. Yanat, “Alexandre Promio’nun izin almasının araya giren Fransız Büyükelçisi sayesinde” olduğunu söyleyerek Ayşe Osmanoğlu’nun anılarına vurgu yapıyor. Anılarda, ilk film gösterisinin Yıldız Sarayı’nda, Bertrand adlı Fransız’ın, sarayın koca salonuna bir perde kurarak padişah ve saray halkına açık gösteriler yapıldığı bilgisi yer almakta. Yanat’a göre aslında bu toprakların sinemayla ilk tanışması budur. Kimi kaynaklara göre, Türk film tarihinin başlangıcı 1914 yani savaşın ilk zamanlarıdır. Yedek Subay Fuat Uzkınay’ın çektiği tarihi belge olan, Rusların Yeşilköy’e diktiklerin anıtın yıkılış görüntüleri ilk Türk filmidir.
İlk Türk filmi hangisi?
Kimi kaynaklara göre ise ilk film Manaki Kardeşlerin, Sultan Reşat’ın 1911’de yaptığı seyahatin görüntüleridir. Ancak görüntüleri çekenlerin Türk olmaması nedeniyle bu görüş eleştirilir. Yanat’a göre, daha sonra da çalışmalarını sürdüren Uzkınay’ın, Ordunun Savaşa Hazırlanması gibi yedi-sekiz tane belge filmi bulunur. 1916’da çekimine başlanan Himmet Ağa’nın İzdivacı adlı film, 1918 yılında tamamlanır. Oyuncuların askere alınması nedeniyle yaşanan gecikme halka sunulan, ilk uzun metrajlı ve konulu film ünvanını almasını engeller. Zira 1917’de Sedat Simavi’ini yönettiği Pençe filmi yayınlanır.
Türkiye’nin sinema serüveni
Yelda Yanat, ilk güldürü filmi yönetmenimiz Şadi Fikret Karagözoğlu’nun önemini vurguluyor. Karagözoğlu; Bican Efendi Vekilharç, Bican Efendi Mektep Hocası ve Bican Efendi’nin Rüyası üçlemesiyle 1921 yılında ilk güldürü tiplemesini oluşturur. Yanat, 35 mm bu filmlerin bakım ve korumasını yapan Mimar Sinan Üniversitesi’nde olabileceğini söylüyor. Türk Sineması deyip de Muhsin Ertuğrul’u anmadan olmaz elbette.
‘Tek’ yönetmen
Sinemacılar içinde “Tiyatrocular okulu” kuran ve tiyatrocular dönemin mimarı olan Ertuğrul “Tek yönetmen” olarak tarihe geçer. Yanat, onaltı yıl ülkede başka hiç yönetmen olmadığını hatırlatarak, bu sürece dünyada hiç rastlanmadığını belirtiyor.
Yanat’a göre, Ertuğrul sinemacı olmasından önce ve öncelikli olarak tiyatrocudur. Dolayısı ile sinemayı tiyatro gibi yönetir. Sinemanın kendine has dilini kullanmaz, dili tiyatro dili olur. Sinemanın emekleme devrinde kendi biçimini oturtamaz. Dünya sinemasının çabuk kurtulduğu tiyatronun etkisinde kalır. Üstelik tek yönetmen olarak 16 yılda oturttuğu melodram film biçimi; acıklı, abartılı hikayelerle kurgulanır. Bu durum 2.Dünya Savaşı’nda Avrupa’dan film gelmeyince salonların Mısır filmleriyle dolması ile devam eder.
Ertuğrul’un “Ateşten Gömlek”, “Bir Millet Uyanıyor”, “Bataklı Damın Kızı Aysel” ilk kurtuluş savaşı filmleri ve ilk köy filmi olarak tarihimize geçer. Neyyire Özkan, Bedia Muvahhit’i yani müslüman Türk kadın oyuncuları kamera karşısına çıkaran Ertuğrul’un sinema hikayesi, “llk renkli Türk Filmi” olan Halıcı Kız”la son bulur.
Anlatacak konuşacak yazacak öyle güzel detaylar var ki. Ben Türk sinemasının durumunu soruyorum son olarak Yanat’a. Diziler farklı ülkelerde bile izlenme rekorları kırarken sinemamız ne durumda diye soruyorum. Yanat, “dizilerde pembe dizi formundayız dolayısı ile pazarlaması kolay. İçeriksel ya da biçimsel olarak kolay tüketilebildiği için kolay pazarlanıyor. Üstelik sektöre göre halen ucuz. Sinemamızın ise global pazardaki 300-500 milyon dolar bütçeli sinemalarla yarışamadığını”söylüyor.
Hayatın tüm renklerinin yansıdığı, heyecandan korkuya, komediden hüzne duygu dünyasının perdedeki yansıması sinema hayat bulmaya devam ediyor. İnsan oldukça dünya durdukça ilerleyen teknolojinin gücüyle nice eserlere doğru yol alıyor.‘