Bir zamanlar AK Parti’ye karşı yürütülen psikolojik harekâtta kullanılan argümanların başında ‘eksen kayması’ geliyordu. Türkiye’nin ideolojik sapma yaşadığını iddia eden bazı kesimler, AK Parti’nin yürüttüğü dışpolitika üzerinden bir kaygı pompalıyor ve küresel güçlere yönelik örtülü bir ‘teslimiyet’i savunuyordu.
‘Aman ha ABD ile kötü olmayın’, ‘Aman ha AB’den kopmayın’, ‘Aman ha Asya ve Uzakdoğu bloğuna kaymayın’ gibi uyarılar üzerinden hem dışarıya yönelik bir konumlandırma, hem içeriye yönelik bir ayar yapılmaya çalışılıyordu.
Türkiye bir ‘eksende’ tutulmak isteniyordu. Bu eksenin bir ayağını içerideki vesayet yapısı, diğer ayağını küresel güçlerin kontrolünde bir vesayet perdesi oluşturuyordu.
Bu argümanların dayanak noktası ise ‘reel politika’ denilen olguydu.
Son dönemde de Türk dışpolitikası ABD, AB, NATO eksenli söylemlerle reel politikaya davet ediliyor.
Öncelikle şunu vurgulamak lazım; reel politika ile normatif politikayı, hayatın ve dünyanın gerçekleriyle değer ve ideallerimizi bir arada götürmeye çalışmak elbette kaçınılmazdır. Daha önceki bir yazımda da vurguladığım gibi; “Reel politikanın reddedilmesi, hayal âleminde yaşamak ve her konuda duvara toslamak anlamına gelir. Normatif politikanın dışlanması ise kendine yabancılaşmaya, yozlaşmaya ve başkalarının amaçlarına hizmet etmeye dönüşebilir.”
Bu yüzden “Siyasetçi doğal olarak ideallerini ve hayallerini yitirmeden gerçeklik zemininde hareket etmek, ideale ulaşmak için şartları zorlamak durumundadır.”
AK Parti de iktidara geldiği günden beri normatif politika ile reel politikayı bir arada götürmeye, değer dünyasıyla dünyanın gerçeklerini örtüştürmeye çalışan bir siyaset izlemeye çalışıyor.
Özellikle son günlerdeki S-400 tartışması üzerinden pompalanan kaygı ve korku söylemlerine karşı durumu doğru anlamaya çalışmalıyız.
Ya reel politika değişiyorsa veya bize dayatılan gerçeklik ile ülkemizin gerçekliği arasında büyük bir farklılık oluşmaya başladıysa?
Reel politika güç dengesinin değişmesiyle değişir. İttifaklar ve ilişkilerde tarafların güç dengeleri değişebildiği gibi, menfaatleri de değişebilir.
Ülkeler kendi reel politikalarını, kendi menfaatlerini, kendi tehdit ve düşman algılarını hesaba katmak durumundadır.
Eğer müttefik olarak gördüğünüz ABD, en azılı düşmanlarınız olan PKK veya FETÖ’ye kucak açıyorsa ilişkilerinizin zemininde bir kayma vardır.
Eğer üyesi olmaya çalıştığınız AB, demokrasi havarisi geçinirken size yapılan darbeye sessiz kalıyor veya gençleri idam eden bir darbeciyle kucaklaşıyorsa, ilişkileriniz zeminindeki değerler sarsılıyor demektir.
Türkiye tüm seçeneklerini aynı anda değerlendirerek kendi menfaatleri çerçevesinde ittifaklar ve ilişkiler geliştirmek durumundadır. Bu, ne ABD ile ne de AB ile mutlaka kötü olunacağı anlamına gelir.
G20 zirvesinde bir kez daha gördük ki, dünyada yeni güç merkezleri, yeni menfaat alanları, yeni ittifak zeminleri oluştuğu gibi, klasik pozisyonlar değişiyor; dış politikada siyah-beyaz ayrımı yerine gri alanlar oluşuyor.
Yine bugünlerde şahit olduk ki, ABD Başkanı en büyük hasım ilan ettiği Kuzey Kore lideriyle fotoğraf vermeyi önemli bir dışpolitika hamlesi olarak görüyor.
Bu yüzden Türkiye’nin ne ekseni kayar, ne bir kamptan diğer kampa savrulur. Türkiye kendi menfaatleri çerçevesinde ilişkilerini çok boyutlu olarak yürütür.
Bu yeni duruma herkesin alışması lazım.
ABD Başkanı’nın S-400 konusunda Türkiye’ye yönelik sözleri, Türkiye’ye karşı bir jest veya savunma değildir. Türkiye’yi Türkiye’ye karşı savunma ihtiyacı olmadığına göre bu sözler, Trump’ın kendi ekibine, kendi Savunma Bakanlığı’na, kendi Kongresi’ne yönelik Türkiye’nin haklılığını savunmasıdır.
Haklı olduğunuz ve gücünüzü artırmaya başladığınız zamanlarda geçmişin ezberleriyle, ezik veya teslimiyetçi tutumlarıyla hareket etmek yerine özgün pozisyonunuzun kabullenilmesini sağlamaya çalışırsınız. Türkiye’nin yaptığı budur.