Grek filozofları "varlık nedir" diye sorarlardı. Bugün ki Batı'nın ise "varlık nedir" sorusuna cevabı yok artık. "Nedir" in cevabı çok parçalı. Gruplara ve hatta kişilere göre değişiyor. Cinsiyet alanındaki son tartışmalarda bunu net bir biçimde görüyoruz.
Yazar Matt Walsh, "Kadın Nedir"( What is woman) adıyla çektiği belgesel filmde, bu meseleyi olağanüstü bir şekilde resmediyor. "Hakikat nedir" temelinde "kadın nedir" sorusunun cevabını arıyor. Çok pratik olgular üzerinden giderek aslında epeyce felsefi ve varoluşsal bir arayışı anlatıyor. Nitekim önce kendisine soruyor. Kimim ben? Babayım, eşim, kızım ve oğullarım var diyor. Hakikatinin farkında. Walsh, insanlarla, uzmanlarla ve araştırmacılarla konuşurken olabildiğince objektif davranıyor. Translar, toplumsal cinsiyet eşitliğini savunanlar, feministler, psikiyatristler, sokaktaki insanlar ile "kadın nedir" sorularının cevabını bulmak istiyor.
Walsh, terapistine gidiyor. Feminist ve trans olan bir terapist. Feminist terapiyi uyguluyor. Aile ve evlilik terapisti. Aralarında ilginç bir diyalog geçiyor:
"Kadın olarak atandığımdan itibaren bunu giyeceksin, bunu yapacaksın" deniyor.
-Kim atama yapıyor?"
"Doktorlar cinsiyet ataması yapıyor. Cinsel organa göre atama yapılıyor"
-Kadın nedir?
"Kendini kadın olarak tanımlayandır".
-Peki, bu tanımladığı şey nedir? Kadın dediğin nedir?
"Çok zor bir soru".
Birçok kişi bu sorunun cevabını ya veremiyor, ya bu sorudan kaçıyor ya da ancak kadın olanın bunu tanımlayabileceğini söylüyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin dayandığı rölatif düşünce onları esir almış.
Walsh, bir transa, cinsiyeti "kimlerden öğrendin" diyor. Trans, insanlardan öğrendim diye cevaplıyor. Bir uzmana "hakikatte kadın nedir" diye sorduğunda, aldığı cevap ise epey ilginç: "Kimin hakikati hakkında konuşuyoruz?". Kimin hakikati? Demek ki tek olan, evrensel olan, herkes için geçerli olan bir kadın hakikati yok. Bütün cinsiyetsizlerin veya trans-cinsiyetçilerin beslendikleri felsefe budur. Onlar hiçbir hakikate inanmıyorlar. Öznelliğin dibini yaşıyorlar. Trans-cinsiyetin izafi, nihilist ve post-modern felsefesinin içinden bakıyorlar kadına. Doğruları yok. Kişiye göre değişen, tamamen cinsiyetin tercihi ile tanımlanan kurallar var.
Tartışmalar yükseliyor. Bir kadın sporcu, transfobik damgalamalardan ve eşitsiz rekabetten şikâyet ediyor. Translar karşısında sporda dezavantajlı oldukları ve hep yenildiklerini söylüyor. Yüzünü göstermeyen başka bir kadın ise tehditler aldığını belirtiyor. Spor, SPA, tuvaletleri kullanma gibi gündelik yaşam alanlarında trans-cinsiyetlilerin ciddi bir hegemonyası oluşuyor.
Özgürlüğüm, kendi tercihim, bireyim gibi söylemlerle üretilen tozpembe dünyanın arkası epeyce karanlık ve kaotik. Nitekim belgesel filmde cinsiyeti değiştirilen, haplar kullanarak hormonlarını yapay olarak yönlendiren insanların yaşadıkları ciddi hastalıklara dikkat çekiliyor.
Trans-cinsiyetliler, basit bir sorunun cevabını veremiyorlar. Biyolojik gerçeklikte dişi olmanız yetmiyor. Biyolojik gerçekliği yok sayarak kişinin kendisini tanımlaması baz alınıyor. Yani özne, kendi biyolojik bedenini yok sayıyor. Sadece bedenin toplumla etkileşim içinde aldığı anlamları temel alıyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği ideolojisinin kabullerine göre karar veriyor.
Kadın nedir sorusunun yolu, hakikat nedir sorusunun cevabından geçiyor. Belgesel filmde bu çok güzel bir şekilde gösteriliyor. Basit ve gündelik hayatın sosyolojisine yoğunlaşarak bunu ortaya koyuyor. Sadece ABD'yi değil, bütün insanlığı etkileyen kaos dalgasının anlamsızlığına ayna tutuyor. Sonuçta şunu anlıyoruz. Hakikatini kaybetmiş ve evrensel ahlak değerlerinden kopmuş bir bilinç, asla "kadın nedir" ve "hakikat nedir" sorularına cevap veremez. Çünkü bu soruların cevapları, kökenleri itibariyle dine dayanan evrensel ahlak anlayışıyla bulunabilir.