Önce Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Bakü ziyaretinde İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’la yaptığı görüşmenin ardından ortaya çıkan değerlendirmeye bakalım:
‘Biz burada üçlü bir sistem önerdik. Bu sistem Türkiye-Mısır-İran böyle bir üçlü olabilir. İkinci sistem Türkiye-Rusya-İran olabilir. Üçüncü bir sistem Türkiye-Mısır-Suudi Arabistan olabilir. Buralardan alınacak neticeyle bu daha da yaygınlaştırılabilir. Bu yaygınlaştırma neticesinde de neler yapabileceğimizi daha net görebiliriz.’
Bu değerlendirme pek çok açıdan büyük önem taşıyor. Öncelikle Türkiye’nin Suriye başta olmak üzere bölgedeki kritik sorunları, farklı muhataplarla ele alma konusundaki tavrı dikkat çekici.
Türkiye’nin bunca soruna rağmen Rusya’yla, hele İran’la konuşma zemini oluşturma çabası, yakın gelecekle ilgili önemli sinyaller veriyor. Nitekim Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov’un son açıklamaları, her iki tarafın da bu yönde hazırlık yaptığına işaret ediyor.
***
Kim ne derse desin Türkiye-Rusya ilişkilerinde yeni bir döneme giriyoruz. Rusya Devlet Başkanı Putin’in ziyaretinin ertelenmesi, uçak kriziyle ortaya çıkan anlık gerilim ve bu konuda işi yokuşa sürmek isteyenlerin çabası bu süreci durdurmaya yetmeyecek.
Ne kadar ilginç değil mi; Başbakan Erdoğan bu kritik mesajları verirken, memleketimizde ABD Büyükelçisi medya temsilcileriyle görüş alışverişinde bulunuyordu. ‘Şecaatin arzederken sirkatin söyler’ hesabı, bize ‘Bin Ladin operasyonu’ üzerinden akıl fikir vermesi de ayrıca dikkate değer.
Eğer bize yansıdığı gibi ABD’nin Türkiye’ye katkısı, ‘istihbaratı aşan’ boyutlarda ise, soru, bunun neden somut bir sonuca dönüşmediğidir. Üstelik bu sorunun cevabını vermesi gereken de Ankara değil.
Eğer Washington, yeni bir istihbarat/operasyon kartını sahaya sürüyorsa, bunu neden şimdi ortaya koyduğunu izah etmek zorunda. Ankara’nın bu tür ‘yardımsever’ yaklaşımlara hayli mesafeli olduğunun herhalde farkında olmalılar.
Tesadüflerin bol, mesajların ince, operasyonların yoğun olduğu bir dönemdeyiz. Ne Başbakan Erdoğan’ın üçlü denklemler halinde ortaya koyduğu öneriler öylesine söylenmiş sözler. Ne de ABD Büyükelçisi’nin televizyonları, üstelik farklı süzgeçlerle bilgilendirerek yaptığı bilgilendirme tesadüf. Hatta üstüne bir de İngiliz Büyükelçisi’nin Hürriyet’te Cansu Çamlıbel’e verdiği mülakatı okursak, nasıl bir trafiğin ortasında olduğumuzu anlayabiliriz.
***
Tüm bu gelişmelerin, açıklama ve değerlendirmelerin satır arasından okunan birkaç noktaya dikkat çekerek tamamlayalım.
Bir: Türkiye’nin Kuzey Irak Kürtleri ile son yıllarda giderek derinleştirdiği ilişkiler, sanıldığının aksine Washington’da memnuniyetle karşılanmıyor. Mesud Barzani’nin AK Parti Kongresi’nde yaptığı konuşma, bu ilişkinin zirvesini ifade ediyordu. Diğer yandan Londra’nın da bu yakınlığın ‘entegrasyon’a doğru ilerlemesinden rahatsız olduğu anlaşılıyor.
İki: Türkiye’nin Suriye sınırlarında ve giderek kuzey bölgesine nüfuz edecek biçimde etkinlik sahibi olması, ‘sınırötesi’ kabiliyetinin gelişmesi, belli ki ciddi rahatsızlık uyandırmış. ‘Müttefiklerimiz’in birdenbire Irak’ın ve Suriye’nin toprak bütünlüğünden söz etmesi, ‘Türkiye’nin tampon bölge kurması’na karşı çıkması ne kadar tuhaf değil mi!
Üç: Ankara’nın hayli sert bir terörle mücadele döneminin ardından, beklenenden çok daha yumuşak ve sonuç alıcı bir müzakere dönemine gireceği, uluslararası sistemin iki önemli merkezi tarafından öngörülmüş durumda. Buna katkı sağlamaya hazır olduklarını ifade ediyorlar. Özellikle İngiliz Büyükelçisi’nin kendi coğrafyası üzerinden yaptığı terör-müzakere-muhatap değerlendirmeleri dikkat çekici.
Bakalım tüm bu mesajlar Ankara’da nasıl bir karşılık bulacak.