28 Şubat tarihli “Ah Tayyip Erdoğan ah” başlıklı yazım çok geniş yankı buldu.
O yazıda Tayyip Bey’in “safiyane” yaptığı görevlendirmelerin ve uygulamaların nasıl kendisine karşı kullanıldığı anlatılıyordu.
Tepkiler geldi:
Tepkilerden bir kısmı Ak Parti’nin Cemaat dışındaki tabanından geliyordu. O kesim, geçen 11 yılda Cemaatin tırmanışı ve başkalarını tasfiye edişi karşısında Hükümetin yeterli duyarlılığı göstermediğinden yakınıyordu.
Ak Parti karşıtı bir kısım tepkide ise “Bunları sen getirdin şimdi niye sızlanıyorsun?” yaklaşımı vardı.
Doğrusu Ak Parti, “Hizmet Camiası”na mensup insanları yoğun biçimde görevlendirmişti. Bunların bir kısmını muhtemelen gerçekten yetişmiş kadrolara ihtiyacı bulunduğu için seçerek yapmıştı, bir kısmında ise, farkında bazen olarak bazen olmayarak, “Kadrolanış”a müsamaha göstermişti.
Başbakan’ın son açıklamalarından, özellikle 12 Eylül 2010 referandumundan sonra yargıdaki paralel yapılanma yoğunlaşmasının farkında olunmadığı anlaşılıyor.
Hoş, bir kısım kadrolanışa “safiyane” göz yumulduğu da düşünülebilir. Buradaki “Safiyane”nin içi, böyle bir “Camia”dan asla kötülük beklememe duygularıyla dolmuştur.
Bana sorarsanız, ben de o günlerde Anadolu’daki gezilerimde gelen Camia’ya yönelik şikayetleri dinledim, zaman zaman Gazeteciler Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil Bey’e söyledim. Hatta şikayet edenlere de “Bunları Mustafa Bey’e iletin, o ilgi gösterecektir” dedim. Hatta bazen, “Yetişmiş insan birikimi onlarda fazla, onun için onların devlette bu ölçüde istihdam edilmelerini normal karşılamak lazım” dedim.
Şimdi Tayyip Erdoğan, bir yandan muarızları tarafından “Bunları sen göreve getirmedin mi?” diye suçlanırken, diğer yandan da, bizzat ve “safiyane” göreve getirdiği insanların darbelerine maruz kalıyor.
Hatta, Tayyip Bey’in göreve getirdiği insanların hazırladığı kurşunlar, hem o Camianın hem Tayyip Erdoğan’ın yeminli düşmanları tarafından, bizzat Erdoğan’a karşı yöneltiliyor.
Başbakan “Ne istedilerse vermedik mi?” dedi, doğru, ama “Bir Başbakan böyle yapabilir mi?” sorusuna maruz kalmak da anlaşılabilir.
Anlaşılmayacak olan ne, derseniz, o da, ne istedilerse verilenlerin şimdi o imkanlarla “veren”i vurmaya yönelmesidir.
Dünyanın en absürd işi, Camia ile CHP’nin aynı paralelde mücadele verir hale gelmesidir bana göre. Doku uyuşmazlığı olan iki yapının ruh ikizi haline gelmesi, absürd kelimesinden başka nasıl izah edilebilir?
Şöyle düşünelim:
CHP’ye sorarsanız, “Ergenekon ve Balyoz davalarının polis - yargı ağını kimler oluşturuyor” diye, cevabı ne olur?
Peki şimdi, CHP’ye adeta tek seçim malzemesi olarak sunulan “yolsuzluk iddiaları”nın arkasındaki polis-yargı ağının imzası kime aittir?
CHP ya da Camia, şu anki paralellikleri arzu ettikleri gibi sonuçlandığı takdirde, silahları birbirine karşı yöneltmeyecekler midir? O Türkiye nasıl bir Türkiye olur, düşünsenize?
Pek tercihim olmasa da şu soruyu sormadan edemiyorum:
Camia, iddialı bir yapıdır. İddialı olduğu her halinden bellidir. Bu yapı, Ak Parti gibi, kendisine “Safiyane” alan açan bir kadro ile boğaz boğaza geldiğine göre, CHP karşısında ne yapar?
Bu soru, maalesef Camia’ya karşı CHP’yi uyanık olmaya çağırır gibi gözüküyor. Onun için tercihim değil dedim. Ama, gerçekten beni Tayyip Erdoğan’a karşı “Ah” dedirtecek bir dile sürükleyen problemle karşı karşıyayız. En zirvelerde “Safmışız!” sözleri söyleniyorsa, ortada gerçekten dramatik bir durum var demektir. Şu ana kadar Cumhurbaşkanı Gül “Safmışız” sözünü kullanmadı, çok şükür. Acaba oradaki kadrolar çok emin midir?
Hani Osmanlı’da babaların oğullarına güvenmemesi işi için gözyaşlarımızı tutamıyoruz ya. Tayyip Erdoğan şimdilerde “Alnı secdeye gelenler”e yönelik bir duygu kırılması yaşıyorsa ne denebilir?
Belli ki Tayyip Erdoğan her gün farklı bir bilinç uyanışı yaşıyor.
“Ustalık dönemi” olarak nitelemişti bu dönemi ya, herhalde yaşadıklarıyla öğrenmenin bitmediğini etinde kemiğinde hissetmiştir.