Bugün Erdoğan Cumhurbaşkanlığı vizyon belgesini açıklıyor. Türkiye’de bir siyaset ve siyasetçi ilk defa yüz yılı bulan hedefleri ve buna bağlı bir stratejiyi takipçilerinin ve ülkesinin önüne koyuyor. AK Parti’nin ya da Erdoğan’ın karşısında olsanız bile bu, birçok açıdan, üzerinde durulması gereken bir siyasi duruş ve vizyon...
Roma, Çin ve Osmanlı’dan bugüne...
Büyük uygarlıkları oluşturan kadim toplumlarda, insanın ortalama ömrünü aşan yüzyıl ve daha da ötesi stratejiler, hem sistemi sağlamlaştırmak hem de genişlemek üzerine kurulur ve bu hedefler silsilesi, aynı zamanda sistemin temel kurumlarını, temellerini oluşturur. Etkileri bugüne de sarkan Roma İmparatorluğu ve Çin bu konuda özgün örneklerdir. Osmanlı’da da genişleme vizyonu ile devleti -hanedanlığı- korumak iç içedir ve bu, merkezileşme-ademi merkezileşme diyalektiğini -çelişkisini- getirir.
Roma, ilk sömürgeci imparatorluktu, büyük bir askeri güce ve bu gücü oluşturan toprak sahibi aristokrasiye dayanıyordu. Bu anlamda Roma, bir mülkiyet cumhuriyeti ve imparatorluğu idi. Roma’da toprağı askerle ele geçirme ve bunu özel mülkiyete (toprak aristokrasisine) devretme sistemin özünü oluşturuyordu. Doğu Roma, böyle genişlemiş ama yüzyılı aşan genişleme stratejisini de, girdiği yerlerde yok etme yerine, anlaşma ve uzlaşma üzerine oluşturmuştur. Osmanlı’da ademi merkeziyetçilik de biraz bunu takip etmiştir.
Çin ise çok başkaydı -belki bir yerde Roma’nın antitezi idi.- Çin, MÖ 3. yüzyılda emperyal merkezi bürokratik devlet olarak oluşmaya başladığında, Roma gibi sömürgeci ve fetihçi stratejiler üzerine oturmadı. Hükümdardan başlayan ve bölge ‘beyliklerine’ kadar inen ürüne el koyma ve bunu yeniden dağıtma -vergi- hiyerarşisi merkezi devleti güçlendiriyor ama özel mülkiyete izin vermiyordu. Makam sahibi olmak zaten zenginliğin başlangıcıydı.
İşte Çin, hâlâ bu merkeziyetçiliğin etkisi altında. Hâlâ bu merkeziyetçi ve devasa devlet, yüzyılı aşan stratejilerle yoluna devam ediyor. Öte yandan bugün Avrupa’nın hem sömürgeci geçmişinde hem de şu andaki ‘tekelci özel mülkiyet’ krizinde Roma’nın izlerini görmüyor musunuz?
Bir gecede silinen geçmiş...
Bize gelince, ne Çin gibi merkeziyetçiliği öne çıkaran ve özel mülkiyetin özgürce oluşmasına inat eden bir uygarlık olduk ne de Roma gibi sömürgeci bir özel mülkiyet uygarlığı olmaya çalıştık. Belki -cumhuriyetle birlikte ama eksik olarak- bu ikisini birden yapmaya çalıştık. Osmanlı, Doğu Roma’nın ittifak ederek genişleme ve sonra da yok etme stratejisinin yalnız ittifak yanını aldı ve bunun üzerine İslam’ın adaletini bina etti. Ama bu strateji ve vizyon, biliyorsunuz 20. yüzyılın başında yok edildi. Bugün Çin, MÖ 3. yüzyıllarda temelini atmaya başladığı stratejisini sürdürüyor. Çin’in Afrika’ya sermaye ihracından Avrupalı markaları almasına kadar yaptığı her şeyde bu geçmişin izleri vardır. Avrupa ise bugün Roma’nın özel mülkiyet cumhuriyetini hâlâ korumaya çalışıyor; liberalizm; evet aynen budur. Ama biz ne yaptık; bütün geçmişimizi bir gecede sildik; Kemal Tahir, Yol Ayrımı’nda romanın kahramanına şuna benzer bir cümle söyletir; ‘Koca Osmanlı’nın geçmişi bir gecede silindi; bakkal dükkanını bile üç ayda anca tasfiye edersin...’
İşte bugün Türkiye, bu inkar ettiği geçmişini yeniden eline alıyor. Ve bu geçmişten yola çıkarak, yüzyılı aşan yeni bir var olma stratejisini ortaya koyuyor ki bu hepimizin geleceğidir. Bu gelecek üzerinde durmalıyız; geçmişten gelen ve bugün -yeniden- oluşmaya başlayan bu uygarlık, tam şimdi hangi maddi temeller üzerine oturuyor? Burada Erdoğan’ın 2008 yılında attığı stratejik adıma değinmek istiyorum. Yani E-muhtıra’ya direnilmesi ve sonra IMF’nin kovularak, GAP Eylem Planı’nın başladığı tarihten başlamak gerekiyor.
Yüzyıllık strateji
Bu, yüzyıllk stratejiyi oluşturan büyük kırılmaydı. Esasında, 2008’deki kırılma, yalnız bir ekonomik kırılma değildi. Bu, siyasette de vesayet sisteminin moral olarak kırılmasıydı.
Bu çıkışın sınıfsal temeli ise İstanbul odaklı sermaye çevrelerinden ayrı olarak, ihracata dayalı yeni bir sermaye çevresinin AK Parti iktidarlarında temellenmeye başlaması ve AK Parti’ye değişim yönlü desteği idi. Bu yeni sermaye sınıfına Anadolu Sermayesi gibi coğrafi tanımlamalar yapmak belki de bu çıkışı coğrafi bir alana sıkıştırarak basitleştirmek olur. Türkiye’de geleneksel vesayet rejimleri ve darbe dönemlerinde palazlanan, devlet içinde de bürokratik bir dayanak oluşturan ve bu anlamda da ‘devletçi’ niteliği bulunan sermaye, nasıl TÜSİAD örgütlülüğünde temsil ediliyorsa, özellikle 2008’deki Erdoğan odaklı dönüşümden sonra, Erdoğan’ın şahsında AK Parti’yi destekleyen girişimci sermaye de MÜSİAD çevresinde kendisini ifade etmiştir.
Bu anlamda, AK Parti ile ama özellikle Erdoğan’la birlikte Türkiye’de iki sermaye çevresinden söz edebiliriz. Birincisi, Cumhuriyet’le birlikte devletçi bir korumacılıkla ortaya çıkan daha sonra ‘dışarıyla’ komprador bir işbirliği ve darbe-vesayet rejimi ile palazlanan ve Türkiye’deki oligarşinin bel kemiğini oluşturan sermaye, ikincisi ise özellikle Erdoğan Ekonomisi ile kendine gelen ve küresel pazarlarda yer bulan, teknolojiyi ve markayı yakalamaya çalışan rekabetçi, tekelci olmayan yeni sermaye... Bu yeni sermaye, aynı zamanda, özellikle Anadolu’da kendisi ile birlikte hareket eden yeni bir orta sınıfın çıkışına da öncülük etmiştir. Bu orta sınıf, günceli takip eden, takip ettiği ölçüde de politikleşen ve Erdoğan’ın çıkışı ile kendini bulan sosyolojik özellikleri de barındırmaktadır.
Ve Erdoğan Ekonomisi, esasında bu yeni girişimci, rekabetçi ve sosyolojik olarak da dindar yeni sermaye sınıfı ve onun oluşmasında öncülük ettiği orta sınıf üzerine oturmaktadır. Bu da, Türkiye’nin yüzyılı aşan yeni vizyonunun güncel maddi temelidir.