Cumhurbaşkanlığı için yapılacak seçim son dönemde özellikle son 10 yılda yaşanan değişimin hülasasıdır. Siyasal, sosyal, ekonomik; en önemlisi de zihniyette reformun yeni bir formla, yeni bir “rejim”le kapasite artırması zaruriydi. Şimdi bu oluyor...
“Milli irade” sadece bir varsayımken şimdi referans kavram haline geliyor. Geride kalan yıllarda her kritik tarih milli iradesini sistemin merkezine bir adım daha yaklaştırdı. 10 Ağustos’ta tepeden aşağıya bir mekanizma olarak milli iradenin hakimiyeti tamamlanmış olacak. Bir başka ifadeyle muhtardan reisicumhura kadar bütün yönetim katlarına seçimle gelinmiş olacak.
Milli irade o kadar dışlandı ki
Bizim sistemimizde millet iradesi o kadar uzun süre denklemin dışında kaldı ve o kadar ikinci sınıf muamele gördük ki bugün her alanda coşkulu bir şekilde geri dönüşü yadırganmamalı. Düne kadar “sistem” adını verdiğimiz şey kaliteli yönetimi değil, aşağıdan yukarı gelen millet taleplerini dengelemek ve etkisizleştirmeyi amaçlıyordu. Ülke, yönetimin altın hissesinin her durumda asker-sivil bürokratik sınıfta olduğu bir rejimle idare olunuyordu. Görünürde parlamenter sistem egemenliği vardı ama her biri bağımsız bir kale olan ve aynı zamanda kendi aralarında özel bir bağa sahip anayasal kurumlar parlamentoyu kuşatmış durumdaydı.
Uzun anlatmaya hacet yok. Hafızalar ne kadar zayıf olsa da 12 Eylül 2010 tarihine kadar hemen her kritik siyasi kararda vesayetin nasıl bir direniş ve püskürtme imkanına sahip olduğunu unutmak mümkün değildir. Reform kapasitesi ve değişimin gücü arttıkça direnç de o kadar diş gösteriyordu.
Askeri, yargısal ve ekonomik vesayet geriletiliyor. Sadece anayasal ve yasal düzenlemeler tahtında değil, toplumun zihin dünyasında da geriletiliyor. Bu ülkede insanlar bir daha, askerin, yargıçların, seçkinlerin kendilerini toplumun yerine koyarak herkes için en iyisini bildikleri iddiasını ciddiye almaz. “Rejiminin yüksek çıkarları” bahanesiyle veya “Âli menfaatler” bahsiyle siyasete müdahale girişimlerine kıymet vermez. Esasen, değişimin tabiatı gereği artık böyle cümleler de kurulamaz.
Türkiye’nin başardığı budur.
150 yılı aşkın süredir ülkenin kaderine hükmeden bir sınıf tasfiye edilmiştir. Hükmeden veya hükmetme teşebbüsünde bulunanlar... Paralel unsurlara karşı başlatılan hukuki süreç de bu mücadelenin doğal bir devamıdır.
10 Ağustos, zihniyet değişiminin zaferi olacak
Türkiye toplumu şekli, hacmi, görüntüsü ve niyeti ne olursa olsun vesayet kabul etmiyor. Zira bünye reddediyor.
Zihniyet değişimi sadece vesayete reddiye şeklinde tezahür etmiyor, aynı zamanda toplum her türlü demokratik adıma hazır ve hatta talepkar haldedir. Kriz ve sorunların aşılması için en etkili yolun daha fazla demokratikleşme olduğuna dair yaygın bir kanaat oluşması boşuna değildir. Düne kadar bir endişe ve korku nesnesi olan demokrasi bugün vazgeçilmez bir yöntem olmuştur.
12. Cumhurbaşkanı’nı belirlemek için seçim yapılacak olması da yapılacak seçim de işte bu zihniyet dalgasının üzerine oturuyor. Teknik bir düzenleme ya da kendi başına bağımsız bir model değil, yaşanan değişimin kaçınılmaz bir sonucudur.
Millet iradesini sisteme dahil eden bir demokrasi, vesayetle pazarlık yapmadan onu tesfiye edecektir, elbette.
Toplumun bütün yönetim kademelerine doğrudan hakimiyeti sayesinde 10 Ağustos Türkiye demokrasisini yeni bir seviyeye çıkartacaktır. Sandık, hem vesayetçilere hem de siyasetten kaynaklanabilecek iktidarı vesayetle paylaşma eğilimlerine hareket alanını biraz daha kapatacaktır.
Ramazan bayramınız mübarek olsun.
Bu da sadece siyaset konuşmanın zararı!
Bir ülkenin sosyo-ekonomik dinamizmini ölçmek için sağlık, eğitim ve milli gelir verilerine bakmak gerekir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı İnsani Gelişmişlik Raporu bu verilere bakıyor. Yeni rapor önceki gün açıklandı ama kimsenin ruhu duymadı.
Durum şu: Türkiye, 187 ülke arasında geçen yıl 90. sıradayken bu yıl 21 sıra yükselerek 69.’luğa yükseldi.
Bir yılda muazzam bir sıçrama yaşanmış. Türkiye’nin sadece demokratik değil sosyal ve ekonomik açıdan da dinamizme sahip olması kesinlikle motive edici bir gelişmedir.
Bunun ne anlama geldiğini anlamak için Eser Karakaş’ın dünkü yazısından kısa bir özet verelim:
“Geçen seneki raporda on beş ve yukarı nüfusun ortalama eğitim yaşı 6.5, 2011 doğumlu bebeklerin gelecekteki beklenen eğitim yaşı ise 12.9 idi. 2014 Raporunda ise on beş yaş ve yukarı nüfusun ortalama eğitim yaşının 7.6’ya, 2012 doğumlu bebeklerin ise beklenen ortalama eğitim yaşının 14.4 olduğunu gözlemliyoruz.
Çok değil, on yıl önce, Türkiye’de on beş yaş ve yukarı nüfusun ortalama eğitim yaşı beşin altında idi. Başka bir ifade ile, on sene önce ortalama bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ilkokul diploması bile yoktu, ilkokulun bir aşamasından terk etmiş gibi gözüküyordu. Bugün ise ortalama bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı 7.6 senelik ortalama eğitim yaşı ile sekiz senelik temel öğretim döneminin son senesinden terk etmiş gibi duruyor... Detaya girmiyorum, eğitim yaşını en hızlı arttıran ülkelerden biriyiz.”
Siyasete o kadar kaptırmış durumdayız ki siyasal kavgayı en iyi açıklayan bir istatistiği göremiyoruz. Eser Hoca da olmasa en büyük haberi kaçıracağız.