71. Venedik Film Festivali’nde büyük final yaklaşıyor. Venezia 71’ yarışmasında Altın Aslan adayları arasında Fatih Akın’ın “The Cut” ve Kaan Müjdeci’nin “Sivas” filmlerinin de bulunması, finali bizim açımızdan daha da heyecanlı kılıyor. “Sivas” Opere Prime / İlk Filmler yarışmasına da dahil. Venezia 71’ yarışmasını izlediğim kadarıyla iki filmin de jüri tarafından dikkate alınacağından kuşkum yok. Ödül alamasalar da üzerinde konuşulacak bu filmlerin, şimdiden konuşuluyor...
Programda dengeli bir dağılım yapılmış olsa da ilgi çeken filmler daha çok Doğu’dan ve Güney’den çıktı. Türkiye’den, Rusya’dan, İran’dan, Hindistan’dan, Çin’den yapımların ele aldıkları önemli meselelerden kaynaklanan bir gücü var... Joshua Oppenheimer’ın “The Act of Killing”in ardından Endonezya’daki soykırımı anlatmaya devam ettiği “The Look of Silence” (Sessizliğin Görünüşü) en etkileyici filmlerden biri oldu. David Oelhoffen Camus’den esinlendiği “Loin des Hommes”da (İnsanlardan Uzakta) Cezayir’deki İspanyol azınlıktan bir öğretmenin savaşın ilk yıllarındaki deneyimlerine odaklı öyküsü de üzerinde düşündürdü sinemaseverleri.
Kimsenin iyi yapılmış bir romantik bir aşk öyküsüne itirazı yok elbette ve sinemanın bambaşka dinamikleri de var formdaki ustalıkla karışınca apayrı lezzetler veren... Ama çok iyi yapılmış olmayınca izleyici de eleştirmenler de meselesi olan filmlere, farklı arayışlara eğilim gösteriyor ister istemez.
Festival genelinde öne çıkan filmlerden ikisinin İtalyan yapımı olması da güzel. “Anime Nere” (Siyah Ruhlar) ve “Belluscone, Una Storia Siciliana” (Belluscone, Bir Sicilya Hikayesi) İtalya’nın mafya ile bitmek bilmeyen hesaplaşmasını bambaşka tarzlarda beyazperdeye taşıdı. Yeraltı dünyasının kodlarının taşrada nasıl işlediğini bir aile dramı üzerinden ele alan “Anime Nere” de Berlusconi döneminin ‘yeni İtalya’sının yergisini medya ve eğlence endüstrisi üzerinden yeren taşlama “Belluscone, Una Storia Siciliana” da İtalyan sinemasını gururla temsil ediyor, kendi sahalarında.
İki genç Hintli yönetmen yetenekleriyle umut verdi: Adityavikram Sengupta “Labour of Love” (Aşk Emeği) ve Chaitanya Tamhane “Court” (Mahkeme) ile ülkelerinin devasa endüstrisi dışında kalan bağımsız sinemayı başarıyla temsil etti.
Genel olarak festivalden “keyif” aldım. Altı yıldır Venedik Film Festivali’ne katılmıyordum... Salonları yenilenmiş, koltuk sayısını artmış, giriş çıkışları rahatlamış bulmaktan memnun kaldım. Bu konforu önce resmi jüri üyesi olmanın avantajı sandım önce ama başka filmleri izlemek için de elimi kolumu sallaya sallaya salonlara girebilmeyi takdir ettim. Festival başlarken yazdığım yazıda Sala Darsena’nın yenilenmiş olduğunu anlatmıştım. Donanımı sağlam sinemalarda ferah ferah film izlemek de güzel doğrusu. Sıraya girme, kuyrukta bekleme, itiş kakış yerine geçme eziyeti yok. Sinema yazarı ve film endüstrisi temsilcilerinin zamanı optimum biçimde değerlendirebildiği, karın doyuracak yer bulabildikleri, festival alanlarına giriş çıkışta güvenlik kontrollerinin kalktığı keyifli bir ortama kavuşmuş festival.
Venedik, bütün festivallerin anası olarak özellikle film izlenen, film konuşulan bir yapıda yoluna devam etse ne güzel olur... Film Marketi, çok verimli bir çaba değil. Eskiden beri pek tutmamıştır... Venedik bitmeden başlayan Toronto Film Festivali, Kuzey Amerika’da bulunma avantajıyla film endüstrisinin iş potansiyelini topluyor. Sinema çevreleri Toronto’nun Venedik’e gölge ettiğini düşünüyor ama gözlemlediğim kadarıyla sinema sanatına odaklanarak 71 yıl önce başlattığı işlevi sürdürüyor La Mostra.