Klasik bir film nedir?
Sözü edildiğinde hemen herkesin iç çekip kafasını yukarı aşağı sallayarak “Yaa ne güzeldir değil mi? Ne müthiş hikayedir ama! Şey sahnesini hatırlıyor musun?” diye üzerinde konuşmaya başladığı filmdir. O filmi izlemiş olmanın uyandırdığı duygu ve düşünceler paylaşılmak istenir, ayrıntıların hatırlatılmasından memnuniyet duyulur. Oyuncularının ve yönetmeninin başka filmleri de konu edilir. Git gide heyecan dozu artan bir sohbet koyulaşır... İşte herkese sinefili bulaştıran filmlere klasik denir!
71. Venedik Film Festivali’nin Klasikler bölümünde bu yıl Lütfi Akad’ın göç üçlemesinin en çarpıcı filmi olan “Gelin” gösteriliyor. Bana kalırsa Türk sinema tarihinin de en iyi filmlerinden biri. Hatta bir arada düşünülünce göç üçlemesi sinematografik açıdan olduğu kadar sosyolojik açıdan da isabetliliğiyle sinema tarihimizin en önemli yapımı da sayılabilir.
Venedik Klasikleri bölümüne şöyle bir göz atınca insanın yeni yapımları boşverip gönlünce nostaljiye dalası geliyor. Tabii serde eleştirmenlik var, hiç öyle bi şey yapar mıyım? Ama bakıyorum da sinema tarihine ayrılan bölümleri çok güçlü olan her büyük festivalde içim gidiyor klasiklere... Böyle bir yazı döşenip en azından o filmleri izlemiş olmakla avunuyorum. (Bu noktada hemen İstanbul Film Festivali’ne asla yetmeyecek teşekkürlerimi not düşeyim. O şahane toplu gösterileri sayesinde neler izledik neler!) Ama izlemediklerim de çok! Öyle bir tanesine vakit ayırıp da izlediğim zaman beni ve o gösterimde bulunan meslektaşlarımı görmeniz lazım. Nasıl bir heyecan, nasıl bir doygunluk hissi, çocuklar gibi seviniyoruz! Tamam, zaman zaman biraz düşkırıklığına uğramıyor değiliz ama çoğunlukla keyfimiz yerine geliyor.
***
Venedik kataloğuna bakıyorum da EttoreScola’nın “Özel Bir Gün”ünü, Vittorio de Sica’nın “Umberto D.”sini, Robert Bresson’un “Mouchette”ini, Krzysztof Kieslowski’nin “Sonsuz”unu, Michael Powell ve Emeric Pressburger’in “Hoffmann’ın Masalları”nı, Maurice Pialat’nın “Aşk Vardır”ını ve François Truffaut’nun “Çalınmış Öpücükler”ini değil birer ikişer kez daha izlemek istemez mi insan?
Ben de Venedik’teki ilk gecemde bir öpücük çaldım! Geçen yazımda sözünü ettiğim “Maciste Alpino” adlı 1916 yapımı İtalyan filmini izledim. Sala Darsena şahane bir ses düzenine sahip olmuş. Bienal Başkanı Paolo Baratta özel efektlerle izleyiciye bir mini gösteri yaptıktan sonra açılış için canlı müzik eşliğinde sessiz film seçmelerindeki çelişkiye dikkat çekti. Alp Dağlarında geçen tırmanma ve uçurum aşma sahnelerini bugünkü koşullarla bile çekmek çok zorken bu savaş ortası çekilen propaganda filmindeki müthiş beceriye hayran olmamak elde değil.
Filmin konusu tamamen İtalyanlar savaş zamanı kendilerini iyi hissetsin, Avusturyalıları küçümsesin diye uydurulmuş bir hikayeden ibaret. Herkül ya da Samson misali mitik bir kahraman olarak tanımlanan iri kıyım, güçlü kuvvetli ve çok iştahlı Macista’nın bir Avusturyalı askeri tek eliyle kavrayabildiğini görmek herhalde zamanında İtalyanlara iyi gelmiştir. Bugün bayağı gülünç görünüyor! Ama sinema tarihine bir halka daha eklemiş oldum işte...
“Gelin” de Türkiye sinemasını yakın geçmişte tanımaya başlayanlar için hakiki bir define olacaktır. Bugün yaşı yetmişin üstündeki film otoriteleri bile “Susuz Yaz” istisnası dışında Yılmaz Güney, Şerif Gören, Zeki Ökten, Erden Kıral ve Ömer Kavur’u birer filmleriyle tanıyor sadece... Herkes Nuri Bilge Ceylan uzmanı ama Türk sineması için referans kaynakları o kadar kısıtlı ki!
Konu klasiklerden açıldığında “Gelin diye bir Türk filmi var, izledin mi?” diye başlayan bir konuşmanın Akad’ın ustalığı üzerine bir sohbete evrileceği günler de gelecek, elbet.