Abdullah Avcı’nın ulusal takımın başına gelişine çok sevinmiştik. Ne yazık ki ayrılışına üzülmedik! Bu değişime neden olan etken, önemli ölçüde ondaki güdüleme yetersizliğiydi. Onun takımı havaya girmiyor, olabileceği kadar olamıyordu. Avcı’nın ulusal takımı, ‘avcılık’ etmedi, ‘av’ oldu!
Fatih Terim’in göreve getirilmesini, açıkçası, yadırgadım. Çünkü onun elinde zorlu yoğun iş Galatasaray vardı. Ve bu işi kotarabilecek başka yönetmenler de görev beklemekteydi. Ancak dar zamanda takımı havaya sokabileceği umudu onda birleşilmesine neden oldu. Andora karşısında umut edileni gördük. Rakip cılızdı, ancak gene de bir ölçü sayılabilirdi. Zira takım bir atıp, iki atıp durmadı. Son saniyeye değin, dahasını aradı.
Anladık ki ana hedef uzakta olmasına karşın takım havasındaydı. Onu dünkü maçta da yinelemek hem takımın değerini hem hocanın hocalığını ortaya koyacaktı. Bunu gösterdiler.
Romanya da bizim gibi arayıştaydı. İşini sağlama alabileceği bir maçtaydı. İki takım da aynı umutlar ve aynı oyun ilkeleriyle kapıştılar. Savunmaya kapanmak, topla hızlı ve kalabalık çıkmak, hücumda savunma başlatmak...
Biz havamızdaydık. Bu iyiydi, çünkü o zaman taşıdığımız gerçek futbol değerini gösterebiliyorduk. Burak topa iyi vurabilse daha 10.dakikada ilk golü bulacaktık. Ama az sonra daha zorda iken kafayı iyi vurdu... Aranana kavuşan takım bizdik. Öne geçen takım nasıl oynamalıydı? Hemen durumu korumaya mı geçmeliydi. Bunu düşündük, ancak katı biçimde değil. Fakat... Daha iki maç daha kazanmamız gerekirken, bu mücadeleyi riske atmak olmazdı. Savunmaya ağırlık vermek kaçınılmaz bir duygu gibiydi. Buna biraz kapıldık. Ne var ki üzerine hücum koymalıydık. Zaman zaman onu da yaptık. Pozisyonlar da bulduk... Gerginliğin yanına giderek yorgunluk bindi. Romanya riske girdi, saldırdı, ama biz hücum etkinliğimiz kırıldı. Onlar yorulup, Terim üç değişiklikle takımın yorgunluk açığını kapatınca, galibiyet 2. golle süslendi. Ve umudumuz komadan çıktı. Onu hayata tam döndürme şansı yeniden elimize geçti.