Seçimler yaklaşırken politik tarafta olup bitenler ekonomide olan biteni gözden kaçırmamıza neden oluyor. Halbuki ekonomide şu sıra yaşadıklarımızı bir müddet sonra siyaset olarak yaşayacağız. Tabii ki aynı şekilde, tam şimdi politik olarak yaşadıklarımız da, bir müddet önceki ekonomik gelişmelerin sonucu...
Şuna emin olun, 2012 yılındaki ekonomiyi küçültme operasyonu, 2013 başından itibaren kalıcı, örtülü bir IMF programına dönüştürülseydi Erdoğan, 2008 yılında, GAP Eylem Planı gibi adımlarla girdiği yoldan 2013’te dönmeye başladığının işaretlerini verseydi ve Merkez Bankası, 2012’deki büyüme düşüşü ve gelen not artırımlarından sonra, yeniden yüksek faiz, değerli TL ile geleneksel enflasyon önleme (!) programına çark etseydi, şimdi Cumhurbaşkanlığı yolunda sorunsuz ilerleyen bir Erdoğan ve 2013’ü sorunsuz atlatan bir Türkiye görecektik biz.
Diyorlar ki; doksanlı yıllara dönün...
Ancak sorunsuz derken şunu demek istiyorum; tabii ki ekonomide bu geri dönüşün, siyasette karşılığı doksanlı yılların kabusuna dönmek anlamına geliyordu. Çözüm süreci, demokratikleşme paketleri, 12 Eylül kurumlarının tasfiyesi olmayacaktı. Türkiye, dış politikada da, eski geleneksel, suya sabuna dokunmayan, seçkinci monşer politikasına dönecek, enerjide ve pazar yollarında güney hattını açarak, yeni bir Kafkasya, Ortadoğu ve Afrika haritası çizen Türkiye’yi de göremeyecektik. Tabii ki, ulaştırma, altyapı ve sermaye ihraç edecek güçte yeni bir sermaye sınıfını ortaya çıkarmaya çalışan ekonomi adımları da boğulup gidecekti. Tam burada sanayi üretimi rakamlarına bakmakla yarar var; Aralık 2013 ve Ocak 2014 sanayi üretimi rakamları hem yatırım iştahının çok yukarıda olduğunu anlatıyor hem ihracatçı imalat sanayinin hızla yukarı çıktığını gösteriyor. Ocak 2014, geçen yıla göre de artış sağladı sanayi üretiminde, yüzde 7.3’lük artış, son 27 ayın en yüksek artışı. Bunun iki önemli nedeni var; birincisi Türkiye’nin, 2012 yılından farklı olarak 2013 yılında, büyümeyi suni bir şekilde düşürmeye çalışmaması ikincisi ise kurlardaki gerçekçi seviye. Yani daraltıcı politikaları, yüksek faiz, değerli TL ile donatıp, ithalatçı, borca ve sıcak para girişlerine dayalı, dışarıya ve içerideki oligarşiye kaynak aktaran bir ekonomiden çıkmaya başladık. Bu yol, ara malı ithaline bağlı dış ticaret açağını da süreç içinde kapatacak ve gelir dağılımını düzeltecek bir yoldur aynı zamanda.
2007-2008: Birileri için korkulu rüya başlıyor!
Son günlerde şuna dikkat ediyorum, hem içeride hem dışarıda Başbakan Erdoğan’a yönelik eleştirilerin ekonomi tarafı anlatılırken 2007 tarihi seçiliyor. Örneğin Standard&Poor’s’un not görünümünü aşağıya çekerken yayınladığı raporda da bu 2007 tarihi vardı. Yine bizde de, akademide bazı iktisatçıların 2007 tarihini ‘kötülüklerin’(!) başladığı bir tarih olarak ele aldığını görüyorum. Çünkü 2007-2008 AK Parti’nin ekonomide, Erdoğan’ın ağırlığını koyarak yeni bir yola girdiği ve Kemal Derviş’in IMF’ci ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş’ programının yavaş yavaş rafa kaldırılmaya başlandığı dönemeçtir.
Bu dönemecin, hep söylediğimiz gibi, iki sembol adımı vardır; IMF’nin kovulması ve GAP Eylem Planı... Her iki adım da, şimdi Erdoğan’ı bir kaşık suda boğmaya çalışan, geleneksel tekelci sermayenin ve onun dayandığı küresel sermaye çevrelerinin yoğun müdahalesine ve tehditlerine rağmen gerçekleşmiştir.
Nedir bu Erdoganomics?
İşte bu tarihten sonra olanları bir Erdoganomics olarak anlatabilir miyiz; gerçekten bu kadar özgün müdür? İşte bunu tartışabiliriz. Bu konuda Erdoğan’ı hedef yapan çevrelerin temel tezi şu; evet bir Erdoganomics olabilir ama bu, otoktarik -kapalı- Rusya hatta Çin modellerini takip etmeye çalışan ‘devletçi’ bir modeldir. Dolayısıyla konjonktüreldir ve sürdürülebilir değildir.
Bu oldukça yanlış ve gerçeklerle bağdaşmayan tezin kaynağına ve neden yanlış olduğuna geleceğim ancak Erdoganomics kavramının benzerini tam şimdi, Japonya Başbakanı Şinzo Abe için de Abenomics olarak, The Economist gibi, Erdoğan düşmanı dergilerin çok kullandığını belirtelim. Çünkü Japonya 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk defa Anglosakson egemenliğinden bağımsız olarak, elindeki güçlü sermaye birikimini ve teknojiyi kullanmaya, Şinzo Abe ile birlikte karar verdi. Abe’nin Japonyası, artık eskisi gibi, ABD’yi finanse etmenin ilk amaç olduğu bir ekonomi olmayacağına karar verdi. Ve çizgi dışına çıktığı için, sistem dışında olduğunu anlatan Abenomics kavramını geliştirdiler.
Erbakan’la başladı...
Erdoganomics kavramının ya da Türkiye’nin -kapalı- otokratik bir ekonomiye Erdoğan’la gittiğini söyleyerek, Erdoğan’ın siyasi yönden diktatörlüğünün (!) ekonomik temeli olduğunu anlatan tezin çıkış noktası; 2007’den itibaren, AK Parti hükümetlerinin, kamu olanaklarını kullanarak, büyük kentlerde stratejik kamu yatırımları yapacak yeni bir sermaye sınıfı yaratmaya çalıştığı ve bu yolla, hastaneler, demiryolları, ulaştırma ağları, okullar, devasa havalimanları yatırımları yaparak, inşaat sektörünün sürükleyiciliğinde, muazzam ama devletin kontrol ettiği bir ekonomi oluşturduğudur. Bu ekonominin, tıpkı Erbakan’ın yaptığı gibi, faize dayanmayan, faizci bir kamu ekonomisi yerine, halka dönük yatırımları finanse eden, denk bir bütçe anlayışına sahip olduğu ve denk bütçenin de, kamu borçlanma gereğini aşağıya çekerek, faizleri daha da düşürdüğü şikayetle şimdilerde anlatılıyor.
Erdoganomics, ortodoks iktisadın para politikasından da ayrılır. Erdoganomics, yüksek faizi, enflasyonun çaresi olarak görmez, ortodoks neoliberal politikaların aksine, yüksek faizin, sanayi işletmeleri üzerinde tahribat yaptığını savunarak, enflasyonun temel nedeninin yüksek faiz olduğunu söyler. Böylece, ‘Türkiye’de Merkez Bankası, Erdoganomics’in etkisinde kalarak ‘bağımsızlığını’ yitirmiş ve geleneksel ortodoks enflasyon hedeflemesi amaçlı para politikası yerine, yeni politikalara geçmeye çalışmıştır.’
Tam tersini yapmaya devam...
Evet, Erdoğan’ın ekonomide de otarşik bir yere gittiğini iddia eden çevrelerin tezleri aşağı yukarı bunlar. Ancak bunlar, tam aksine, otarşik değil, açık bir ekonomi ile yapılabilecek şeyler. Yani IMF’ci ortodoks para politikalarından ayrılıp, rekabetçi ve ihracata dönük bir KOBİ ekonomisini destekleyen, faize dayanmayan bir ekonomi anlayışı, anti-tekel açık bir ekononomide olabilir.
Erdoganomics varsa -ki bence olumlu anlamda var ve sürdürülebilir, sürdürülmesi lazım da- bu anlayışın, geleneksel tekelci sermaye sınıfından ayrı yeni bir yatırımcı, küresel rakabet eden -G.Kore örneğinde olduğu gibi- bir sermaye sınıfı yaratmak istemesi de söz konusudur ve bu da doğrudur.
Evet, şimdi niye kanlı deri koltuklarından fırladıklarını anlıyor musunuz; küresel sermayenin ve onun çanak yalayıcısı tekelci sermayenin yolundan ayrılıp Erdoganomics diye bir şey ‘uydurulmuş.’ İyi ki de uydurulmuş, bunların dediklerinin tam tersini yapmaya devam! Erdoganomics’i yazmaya devam edeceğim.