Türk sinemasının bugün geldiği merhale inişli- çıkışlı bir resim arz ediyor. İçte ve dışta festivallerde kazanılan başarılar gerçek manada ne denli içi dolu bir başarı mahiyeti taşıyor, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Daha doğrusu ödül dağılımlarını gerçekleştiren jürilerin zihniyet örgülerinin niteliği bazı saptamaları yapmakta oldukça önem kazanıyor. Aslında zihniyet olgusu öylesine kapsayıcı ve kuşatıcı bir unsur ki, ortaya konan her tavrın altyapısını ve kimliğini ortaya koyuyor. Neresinden başlayacağını kestiremediğim bir fenomende elbette bir yerden başlamak gerekiyor ve dilerseniz son İstanbul Film Festivali’nden başlayalım. Festivalin Ulusal Yarışma bölümünde, En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerini, en popüler haliyle TRT’deki “Leyla ile Mecnun” dizisinin de yönetmeni olan Onur Ünlü’nün Sen Aydınlatırsın Geceyi adlı filmi “kazandı”. Sonrasında film, ticari gösterime girmek amacıyla salon arayışına girişti ancak salon zincirlerinin bir çeşit engelleriyle karşılaşarak, bu gerçekleşmedikten sonra alternatif gösterim imkanlarıyla filmi seyirciyle buluşturma çabasının peşine düştü. Ben de çalışmayı Kayseri Erciyes Üniversitesi’nde, öğrencilerin oldukça teveccühüyle seyrettim.
***
Euripides’in ‘endişe’ ile ilgili sözüyle siyah-beyaz olarak başlayan ve devam eden film, yönetmenin bir önceki çalışması gibi sanatsal bir absurd olma iddiasıyla yola çıkıyor ancak baştan sona sarsıcı ve yıkıcı gerçek manada absurd olan bir sanat eseri olma iddiasındaki eyleme dönüşüyor. Anlatım dili ve teknik olarak hemen hemen hiç sorun taşımayan ve kurgu ve efektlerde oldukça başarı sergileyen eser, hikayesindeyse insanın içine edip orada bırakıyor. Ben hiçbir seyircinin ve dahi kurmaca karakterin bunu hak etmediğini düşünüyorum. Büyük Fransız sinema düşünürü Andre Bazin, anıtsal eseri “Sinema Nedir”de, en fazla Dziga Vertov’un çalışmalarında öne çıkan, Sovyet montaj kuramında insanın kurgu yoluyla her şeyi gerçekleştirebilme yetisinin aslında insan fıtratına aykırı bir tutum olduğunu ileri sürer. Satır arasında, yaratılmış bir varlık olan insanın her şeyi yapabilme yönelimini kendisini olmadığı bir varlık gibi algılayabileceğini, bunun da insanın gerçek tanımıyla uyuşmayacağını ifade eder. Bu yüzden Bazin’e göre, belli bir gelişim çizgisinde hareket eden klasik Amerikan sinemasının anlatımı, son tahlilde, kurguyu öne çıkaran montaj kuramından daha insanidir; kuram, ancak gereği kadar belli bir dozda kullanıma sokulduğunda gerçek değerini bulur.
***
İmdi, sözünü ettiğimiz, bana göre insanlık karşıtı film, kurgunun ve fantezinin birçok imkanını kullanarak, insanın en kitsch, mediocre ve yakası açılmadık yanlarını, entellektüelizm de dahil her türlü manipülasyonla, sinemanın en büyük zaafı olan teşhir edici/göstermeci yanıyla bir temsil ve tasvir dünyası halinde işliyor. Bir sinema eserinde, soyutlamaya, hatta gerçeküstülüğe ve metafiziğe göre bayağı bir zayıflık olan fantezi yoluyla bir şeyler anlatmayı deneyen film, görsel ve işitsel anlamda belaltında gezinerek insanı betimlemede dibe vuruyor. Gerçekçilik ve fanteziyi iki ayrı uç olarak yansıtan film, uçlardan hareketle seyircide bir duygu sömürüsü yapmakla kalmıyor (dolayısıyla görüntünün etiğini düşünebilirsiniz), sinemada bir problem olan gerçekçiliğin sefaletinin de canlı örneği oluyor. Yani basitçe, iki ucu bir arada alarak, diyalektiğin birincil kuralı olan çatışmayı gözeterek, klasik anlatının tuzakları cinsinden bir görsellik meydana getiriyor ve maalesef materyalizmin sularında geziniyor. En başta, ‘endişe’yi odak alarak madem Batı düşüncesinden bir kalkış noktası tercih ediyor, kanımca Kierkegaard, çok daha bu kavramı dolduran önermelerde bulunmuştur. Bir kasabadaki (Anayurt Oteli’nin kahramanını çok masum bırakan) şizo-depresif bir adamın ruhsal sayrılıklarını, hayatın hiçbir manevi unsuruna yer bırakmaksızın, bir fanteziler ve nefs aleminin gezintileri cinsinden, etrafındaki hemen herkesin de aynı ruh yaşantısının bir yansısı olarak gösterilmesi suretiyle, aslında son dönem Türk sinemasının kısır döngücü, karamsar ve kötücül bir başka örneği olmaktan öte gitmeyen, ayrıntılarına girmekten imtina edeceğim ruh daraltan, mide bulandıran, (Shakespeare’i dahi malzeme eden) entelektüelliği de, değerleri de (negatif manada) alt üst eden hikayesi, nihilizmin, giderek, yönetmeni düşündürmesi gereken, kendine mi topluma mı bir ‘ressentiment’ın görselleşmesinden başka bir anlam taşımıyor. Yoğun bir kimlik, yabancılaşma ve özgüvensizlik problemi içinde bulunan sinemamızın, korkarım bundan sonraki örneklemeleri bu cinsten olmak üzere bir evrime girecek.