"Orada bir köy var uzakta, gitmesek de gelmesek de o köy bizim köyümüzdür". Ahmet Kudsi Tecer, bu şiiri Erzincan'ın Kemaliye ilçesinin Apçağ köyü için yazar. Bu şiiri siyah önlüklü ve beyaz yakalı elbiselerimiz içinde okurduk. Şiir, tek parti zihniyetinin köye bakışını anlatıyor. Köy uzaktadır, gidilmez, gelinmez. Fakat yine de "bizim"dir. Ütopik bir köy özlemi. Hep uzakta duran, gidip gelinmeyen fakat yine de bizim olan yer.
1927 yılında ABD'den John Dewey de Türkiye'ye gelerek kalkınma için köy ile ilgili bir rapor hazırlar. Nüfusumuz 13 milyon civarındadır ve %80'i köylerde yaşar. Türkiye'ye toprak işleme görevi veriliyordu. Tarım toplumu içinde kalarak kalkınma modeli sunuluyordu. Fakat cumhuriyet müze açmayı daha fazla önemsiyordu. Nitekim 1940'lara kadar 50 civarında müze açıldı. Tiyatrolar kuruldu. Halk Evi, 1932 yılında faaliyete geçti. Köylü kaderine terk edildi. Yoksunluk, yoksulluk, eğitimsizlik... Köy, zaten geriydi, çağdışıydı. Nitekim çağdaş Ankara şehrine köylüler kıyafetleriyle girmeleri yasaklanmıştı. Âşık Veysel de bundan nasibini almıştı. Ankara'ya, bir köylü sokulmamıştı.
1940 tarihinde Köy Enstitüleri açıldı. Sovyetler 'in tarımsal kalınma modellerinden ilham alınmıştı. Anadolu dikenli tarlaydı ve gül tarlasına çevrilecekti. İsmail Hakkı Tonguç, öyle diyordu. Tonguç, Enstitü babasıydı. Orada okuyanlar da onun çocukları. Hasan Ali Yücel de bakandı. Köy kalkınacaktı. Dikenli tarla gül tarlasına dönecekti. Çok geçmedi, enstitüler pozitivizmi millete şırınga eden bir ideolojinin mekânlarına dönüştü. Halk 12 yaşında enstitüye verdiği çocuğunu, eve dönünde bir misyonerle karşılaşıyordu. Tepkiler büyüdü ve enstitüler kapatıldı.
1947 yılına gelinmişti. Bütün Anadolu'da 1000 tane traktör varken 4500( odalarla beraber) Halk Evi açılmıştı. Çok partili dönemde Menderes önderliğinde köyleri işlemek kadar sanayileşmek de önemliydi. Önce çocukları kendilerinden alınarak başka mahlûklara dönüştüren Köy Enstitüsü insan değirmenleri kapatıldı. Sonra traktörler çoğalmaya başladı. Barajlar ve sanayi bitkileri ekildi. Kara yolları, şehirlerle köyleri daha fazla birbirine bağladı. Artık köy yavaş yavaş "gidip gelinen yakın yer" olmaya başladı. Ütopyadan gerçeğe dönüldü. Pancar ve pamuk tarlaları, şeker fabrikaları ve sulama barajları artıyordu. Demirel, Devlet Su İşlerinde mühendisti ve yöneticiydi. Başbakan olunca da barajlar ve su kanalları ile ovalar donatıldı. Köyler zenginleşmeye başladı. Traktörler ve taksiler daha da çoğaldı. Üstelik o da köylüydü.
Köy, taşra olmaktan çıkıyordu. Taşra, gidilmeyen, uzakta kalan, üzerine ağıtlar ve yargılar söylenen bir yerdi. Taşra, hoyrat, cahil, hurafelerle dolu, kaba saba bir sosyal mekândı. Taşra, çamurdu, soğuktu, ateşten sıcaktı. Taşra yoksulluk ve kıtlıktı. Taşra, sürgün yeriydi. Sürülen memurlar soluğu orada alırlardı. Bürokratik düzene uymayan kişiler taşraya sürgün edilmekle tehdit edilirlerdi. Taşra yarı şehir, çoğu köy ve kırsallıktı. Buraya gelen memurlar hasretle yanıp tutuşur, meyhaneye düşer, sarhoş sarhoş dolaşarak işinden gücünden kopardı.
Özal, hem köyü hem de taşrayı değiştirmeye başladı. Karayolları ile şehre bağlanan köyler bu defa telefonlarla donatıldı. Köyle şehir arasındaki mesafeler azaldı. Şehir, köyde saltanat kurmaya başladı. Köy, şehir tarafından fethedildi. Sağlık ocakları ve ilkokulları yavaş yavaş kapanmaya başladı.
Erdoğan döneminde köylerde yollar asfaltlandı. Su şebekeleri getirildi. Kanalizasyonlar yapıldı. KÖYDES gibi projeler uygulandı. Ancak köyün artık %75'inden fazlası şehirlerde. Sağlık ocakları da ilkokul binaları da şimdi bomboş duruyorlar yerlerinde. Köy, şehirde dönüşüyor. Erdoğan da bunu destekliyor. Köy, artık sadece "bizim" değil, bizimle de beraberdir.