İçinde bulunduğumuz siyasi gerilimi baştan beridir dikkatle izleyen kalemlerden biri olan Ruşen Çakır, geçenki bir yazısında şöyle diyordu:
“Gülen cemaatinin, bilinen ve görünen faaliyetlerine ek olarak bürokrasiye sızıp bir tür ‘paralel devlet’ yapılanmasına gittiği iddiası kuşkusuz çok ciddi ve hükümetin bu yapıyı tespit edip yok etme hakkını Cemaat sözcüleri dahil hemen herkes teslim ediyor. Ancak bu yasadışı yapıyla mücadele edilirken Gülen cemaatinin yasal alandaki diğer faaliyetlerine ne derece dokunulacağı belirsiz.”
Bu, mevcut durumun iyi bir teşhisiydi bence. İki ayrı realiteye dikkat çekiyordu:
Bir, paralel devlet iddiası ciddi bir iddiadır. (En son, “Bürokrasinin içerisinde devlete hizmet etmesi gerekirken ayrı bir dayanışma içinde olanlar var” diyen Sayın Cumhurbaşkanı tarafından da altı çizilmiştir.) Abartılıyor dahi olsa, artık zihinlerde bir realite haline gelmiştir. Buna karşı bir önlem alınması, hem demokrasi hem hukuk açısından elzemdir. Hükümet bu açıdan haklı gerekçelere sahiptir.
İki, iddia edilen “paralel devlet”, tam da tarif edildiği gibi bir realite olsa bile, Hizmet Hareketi bundan çok daha geniş bir camiadır. Okuluyla, kültür derneğiyle, hayır kurumuyla, medyasıyla, sermayesiyle, insan sermayesiyle Türkiye’nin ve hatta dünyanın meşru bir aktörüdür.
Burada iktidarın mutlaka kaçınması gereken bir tehlike, paralel yapıyı tasfiye niyetiyle hareket ederken, ondan çok daha geniş olan meşru sivil alana müdahale etmektir. Bu, hukuka ve demokrasiye zarar verir, toplumda yeni yaralar açar, iktidarı da haksız duruma düşürür.
Kaçınılması gereken ikinci bir tehlike, paralel yapıyı tasfiye niyetiyle hareket ederken, Hizmet hareketine karşı yakın zamana dek ulusalcıların kullandığı öcüleştirici ve komplocu dili benimsemektir. Bu, elverişli bir propaganda yolu gibi dursa da, çok zararlıdır. Kavgayı derinleştirir, toplumu daha fazla kutuplaştırır, tahmin edilmedik vehametlerin yolunu döşer. Dahası, bir Eski Türkiye şablonu olan “iç ve dış mihraklar” söylemini hortlatarak ülkeyi dünyadan izole eder.
Zaten, sırf söz konusu kavgada değil, liberallerden iş dünyasına kadar çok geniş bir yelpazeye karşı kullanılmaya başlanan “ihanet” söylemi, otoriter rejim çağrışımları yaparak, hem iktidarın hem de bizzat memleketin demokratik imajını yıpratmaktadır.
Peki nedir yapılması gereken?
Tek kelimeyle, evrensel hukuk kurallarından ve demokrasi ilkelerinden sapmamaktır. “Özel şartlarımız”a atıfta bulunarak “olağanüstü hâl” kurmamaktır.
Bunun yerine, somut problemlere odaklanıp somut izler sürmektir.
Bu noktada açılmayı bekleyen Pandora kutusu, Ergenekon, Balyoz, Oda TV, Devrimci Karargah gibi davalarda yapıldığı düşünülen hukuksuzluklardır. Balyoz davasındaki yeni TÜBİTAK raporu, başlangıç için bir fırsattır.
Bu iz sürülerek gidilirse, hem yakın geçmişin adaletsizlikleri kısmen tamir edilebilir, hem de kast edilen problem izhar edilmiş olur.
Kendi camiası içinde dahi “kayıtdışı” olduğunu düşündüğüm yanlışların bu şekilde oraya çıkması, umulur ki o camia içinde de bir öz eleştiriye kapı aralar. Şeytandan nasıl kaçınmak gerekiyorsa siyasetten de o şekilde kaçınmak gerektiği hakikatini hatırlatır. Taşlar o zaman yerine oturmaya, meşru sınırlar yeniden netleşmeye başlar.
Bizi huzura kavuşturacak formül, şu veya bu aktörü “bitirme planı” değil, aktörlerin tümünün haklarını garantileyecek, güçler arasında doğru bir denge kuracak özgürlükçü demokratik sistemdir.
Oraya varmanın yolu da, öfke ve hışım değil, usulet ve suhulettir.