Büyük Türk Mütefekkiri Yağmur Atsız “YENİ DÜZEN - ABD’nin Askerî Dış Müdâhaleler Târihi” adlı o her bakımdan şâyân-ı dikkat ve hacimli eserinde şöyle bir anekdot nakleder:
2003’de ilk Amerikan işgâl birlikleri güney Irak sâhillerinden karaya çıkarken bunlardan biri tesâdüfen bir plaja denk gelmiş. Askerler tekneleriyle kıyıya yaklaşırken, hiç bir şeyden haberi olmayan halk da kumsalda keyif çatıyormuş. O sırada gözleri ileride cıvıldaşan bikinili güzellere ilişip de yuvalarından uğrayan bir GI arkadaşlarına hayretini dile getirmiş:
“Şimdi buraya neden Irak denildiğini anladım!”
İngilizcede Irak (Ayrek) şeklinde telaffuz edilir. Bu kelime Amerikan argosunda aynı zamanda “göz banyosu” anlamına da gelir.
Böylece zarif bir edâ ile konumuza girmiş bulunuyoruz.
Konumuz, yanılmıyorsam, Irak...
Önce istatistiksel iki üç bilgi kırıntısı:
Yüzölçümü 434.128 km2, yâni Türkiye’nin neredeyse tamı tamına yarısı...
Nüfûsu 31.200.000 kişi. Türkiye 77 milyon...
Resmî diller: Arabca, Kürdce (hem Kırmançi hem Zorânî), Sûriye Âramcası (Hazret-i Îsâ’nın konuşduğu lisan), Türkçe (Türkmen Lehçesi).
Nüfus bileşimi: %74 Arab, %14 Kürd, %10 Türk, %2 Sürânî ve Ârâmî.
Mezhebî bileşim: %60 Şiî, %35 Sünnî, %3-5 Yezîdî ve Hıristiyan.
Bağdad 762’de, yâni nisbeten çok geç kurulmuş bir metropol. Ama kısa zamanda gelişip uzun yüzyıllar İslâm Âlemi’nin fikrî merkezi konumuna gelmiş.
1535-1920 arası Irak Osmanlı/Türk egemenliği altında.
Irak’daki son gelişmeler, benim geçen yılın sonlarından bu yana muhtelif vesîlelerle işâret etdiğim bir tahmîni muhtemelen doğrular nitelikde.
Tahmînim, 1918’den sonra İngiliz Sykes ve Fransız Picot adlı iki hâriciye memûru alçağın, bölge ilelebed karışık ve kavgalı kalsın da bizler de bu petrol zengini yerlerden burnumuzu hiç çıkarmayalım düşüncesiyle kurdukları akıllara ziyan düzenin artık ite kaka da olsa sürdürülemeyeceği ve en azından Irak ile Sûriye’nin, ama herhalde Suûdî Arabistan, Lübnan ve Ürdün’ün de parçalanacakları yolundaydı. Çünki insanları olduğu gibi devletleri de sun’î teneffüsle ancak bir müddet yaşatabilirsiniz.
Öyle Homongolos gibi laboratuarda ortaya çıkarılan yaratıklar pek başarılı olmuyor.
Kanaatimce önümüzdeki onyıllarda Arab Yarımadası, sarsıntılı da olsa kendi öz benliğine dönecek ve bölge haritası târihî şartların emretdiği şekilde yeniden şekillenecekdir.
O şartlar ise daha 7. ve 8. asırlarda teşekkül etmeğe başlamıştır. Tâ 20. Asır’da Londra ve Paris’den gelen emirlerle değil.
Bana öyle geliyor ki biz bu meseleyi ve bu mesele içinde Türkiye’nin yeni rolünü daha çok konuşacağız.
Bir arkadaş da tutmuş “Ortadoğu’ya yeni harita mı?” diye derdleniyor.
Merâk etmesin; o harita yeniden çizilirken kendisini kimse Nişantaşı’nda rahatsız etmez.
Ama o, sonra harita çizilip de önüne konulunca ağleb-i ihtimâl ‘Şurası olmamış, burası az olmuş, hazır eliniz değmişken orayı neden katmadınız?’ diyerekden ukalâlık eder.
Ben malımı bilirim... Aralarında büyüdüm ne de olsa...
Son bir kısa not daha: Cumhurbaşkanımız Gül, Kırklareli ve Tekirdağ ile “ANADOLU” gezisini tamamlayacakmış.
Hazır Anadolu’ya çıkmışken bâri Edirne ve Babaeski’ye de uğrasaydı.
Müteâkıben de Paris’e uzanarak Amerika turunu tamamlar ve hoplayıp yurda dönerek Mersin’in Boğaziçi kıyılarında birkaç gün dinlenirdi... (Sözüm haberi yazan çaylaklara!..)