Üniversitelerimizin yapısal sorunları olduğu inkar edilemez. Devlet üniversitelerinin rektörleri, kampüs bahçesine dikilecek çiçekten patlayan su borusunun tamirine kadar her işten sorumlu inşaat kalfasına dönüşmüş durumdalar. Gayet tabi bu işleri yapabilmek için gerekli olan ödeneği ya da elemanı elde edebilmek için de Ankara’da maliye, DPT ve YÖK arasında mekik dokumak zorunda kalıyorlar. Ankara’ya gide gele helak olan rektörler, devletten sürekli bir şeyler isteyen ve çoğu zaman da ret cevabı alan, bunun karşılığında da kendi personeli tarafından sürekli eleştirilen bir konumdalar.
Deneyimli ve kendi teamüllerini oluşturmuş üniversitelerde idari kadrolar rektörlerin sorumluluklarını paylaşabilmesini kolaylaştırıyor, ancak bu gelişmiş üniversitelerde bile yetkinin paylaşıldığına fazla tanık olunmuyor.
Üniversite teamülleri, ne yazık ki yönetimin dikey bir hiyerarşi içinde oluşmasına yol açmış. Mali açıdan bu hiyerarşinin en üstünde rektörün yer alması, tüm yönetimsel ve akademik konularda da rektörleri yetkin ve etkin kılmış. Esasen karar alımının Senato ve Yönetim Kurullarında alınması öngörülmekle birlikte, büyük üniversitelerde bu kurumlar görüş alışverişi yapılan yerlere, küçük üniversitelerde de üst amirin kararını beyan ettiği mekanlara dönüşmüş.
Vakıf üniversiteleri
Vakıf üniversitelerindeki durum ise daha farklı, ancak buralarda da ciddi sorunlar bulunuyor. Kurucu vakıf bir mütevelli heyeti oluşturuyor, bu heyet de rektörü saptıyor. Devlet üniversitelerine göre son derece özerk bir durum olduğu düşünülebilir. Ancak fiilen işler böyle yürümüyor.
Birçok vakıf üniversitesinde mütevelli heyeti kağıt üzerinde, mütevelli heyet başkanı kararları alıyor. Üniversitenin tüm mali kararları bu heyet tarafından alındığından rektörün hareket alanı baştan sınırlanmış oluyor. Mütevelli başkanları rektörlerle birlikte üniversite içinde yer alıp her işe kendileri karar alır hale geldiklerinde ya iki başlı yönetimler ortaya çıkıyor ya da bilgi sahibi olan para sahibi olanın yanında etkisiz elemana dönüşüyor.
Bu durumda, kamuoyunda vakıf üniversiteleri bir iş adamının üniversitesi gibi algılanıyor ve konu iş adamı olduğunda da öğrencinin müşteri olarak görüldüğü sanılıyor. Oysa vakıf üniversiteleri, kamusal hizmet veren, devletin yüksek öğretimde yükünü paylaşan ve mali olanakları açısından devlet üniversitelerinden çok daha performanslı kurumlar olma kapasitesi taşıyan yerler.
Hepimiz aynı gemideyiz
İster devlet ister vakıf olsun, üniversitelerin yapısal sorunlarının başında idari yapının yanlış teşkilatlanmış olması geliyor. Mali açıdan birisi devlete diğeri vakıfa bağlı olsa bile, yapılarının, atama ve yükseltme ilkelerinin, teşkilat biçimlerinin ille ayrı olması anlamlı değil. Ayrıca, tüm üniversitelerde sorumlulukla birlikte yetkinin de kişilerden kurumlara devredilmesi gerekiyor. Yöneticiler, mütevelliye ya da devlete olduğu kadar idari ve akademik personele karşı da sorumlu hale gelmeli.
Bir üniversitede neden şu bölüme kadro verildiği ama bu fakülteye verilmediği, bu kararı kimin aldığı, hangi saiklerle aldığı gibi yaşamsal sorular, açık, şeffaf ve katılımcı ortamlar sağlanmadığı sürece yanıt bulamaz. Zira bugünkü yapıyla zaten üniversiteler yönetilemez hale geldiler ve ne yazık ki idari olarak yönetilemez olan kurumlar siyaseten yönetilme eğilimine sürükleniyorlar. Oysa üniversitelerin değil, içinde çalışanların ya da öğrencilerin siyasi eğilimleri olur ve bunlar da doğası gereği faklıdır; kimse rektörüyle aynı görüşü paylaştığı için o kurumda yer almaz. Tersine, üniversite farklıları taşıyabildiği ölçüde evrensel standartlara ulaşmış olarak kabul edilir.
Üniversiteler, yöneticilerin derebeyi, öğretim elemanlarının teba, öğrencilerin de birer rakam olmadıkları yerler olmalı, yoksa dünya sıralamasındaki yerimiz hiç değişmeyecek.