Üniversite reformu dendiğinde hemen akla YÖK’ün kaldırılması/değiştirilmesi ve rektörlerin nasıl atanacağı konusu geliyor. Özellikle rektörlerin kim tarafından ve nasıl atanacağı sanki en önemli konuymuş gibi gündemden bir türlü düşmüyor. Oysa ki rektörü Cumhurbaşkanının veya YÖK’ün ataması, ya da mütevelli heyetinin kurulması çare değil. Nihayetinde hangi kurulu kurarsanız kurun o kişiler de Türkiye gerçeğinin bir parçası olacaktır. Siyasallaşma ve keyfilik suçlamaları bu kez de mütevelli heyetlerine yapılacaktır. Ayrıca vakıf üniversitelerimizde gördüğümüz mütevelli örneklerinin önemli bir kısmı çok başarısız örneklerdir.
Üniversite reformudendiğinde artık işin bürokrasisini konuşmaktan çok özünü konuşmamız gerekiyor. Doğru hedefleri belirleyebilirsek, doğru yöntemler bunları takip edecektir. Doğru hedefler ise daha iyi bilim ve daha iyi eğitimdir. Bunun da kıstasları az çok bellidir. Yani rektörü kimin belirleyeceğinden ziyade rektörlerin ve üniversitelerin başarılarını düzenli olarak ölçmemiz gerekiyor. Mevcut sistemde üniversitelerin başarılarını ölçen ideal bir sistem kurulabilmiş değil. 12 Eylül sisteminde yapılan ufak tefek değişiklikler kurumların başarısını ölçmekten ziyade kurumları kontrol etmek üzerine kurulmuştur. Başka bir deyişle kim rektör olursa olsun, elimizde tüm üniversitelere uygulayabileceğimiz bir kriterler manzumesi olması gerekir.
Bir üniversitede öğretim elemanı başına kaç öğrenci düşmektedir? Kütüphanesinde öğrenci başına kaç kitap vardır? Mezunları iş bulabilmekte midir? Öğrenci başına düşen nitelikli laboratuvar alanı kaç metre karedir? Örneğin biyoloji bölümünde öğrenci başına kaç mikroskop düşmektedir? Bilimsel yayınları ve patentlerinde nicel ve nitel bir artış olmakta mıdır? İnterneti hangi etkinlikte kullanmaktadır, örneğin o yıl internet kullanımı kaç TB artmıştır? Öğrenci başına kaç metrekare spor alanı düşmektedir? Öğretim elemanları öğrencilerine ne kadar zaman ayırabilmektedir?...
Kriterler listesini uzatabiliriz. Benim şimdiden aklıma yüzlerce kullanılabilir başarı kriteri geliyor. Ancak bu listenin öğretimi ve bilimselliği ayrı ayrı ölçmesi gerekir. Yani 10 bin meslek yüksekokulu öğrencisi olan çevre üniversiteleriyle sıfır meslek yüksekokulu öğrencisi olan büyükşehir üniversitelerini sadece uluslararası makale kriteriyle ölçerseniz o da olmaz.
Demem o ki rektörü nasıl atayacağımızdan ziyade görev süresi boyunca onu yukarıda saydığımız kriterler çerçevesinde denetlememiz gerekiyor. Somut başarı ve başarısızlık kriterleri çerçevesinde üniversitelerin ve yöneticilerinin sistem tarafından ödüllendirilmesi de şart.
***
Reformlar çerçevesinde atılması gereken bir diğer adım da rektörlerin özellikle bütçe yetkilerini fakülteler arasında dengeli bir şekilde dağıtmak, bu hususta keyfi dağılımları önlemek. Ama bunun da üniversiteleri yönetilemez hale getirmeyecek bir kıvamını bulmak gerekiyor. Kadrolar konusunda ise üniversite yönetimlerine tıpkı ABD’de olduğu gibi kendi kadrolarını kurma özgürlüğünün verilmesi şart. Bugün üniversitelerimiz hiçbir çalışması olmayan, eğitici özellikleri dahi bulunmayan öğretim elemanlarının dahi görevlerine son verememektedir. Üniversiteler hem idari hem de akademik kadrolarını seçememektedir. Haliyle kendi kadrolarını seçemeyen ve denetleyemeyen üniversiteleri denetlemek de imkânsız hale gelmektedir. Oysa ki ülkemizdeki üniversite sayısı üniversitelerimizi bu hususta serbest bırakabilecek bir derinliğe ulaşmış durumdadır.
En önemlisi akademik özerkliğin yeniden kazandırılması olmalıdır. Sistem yöneticileri kontrol etmekten ziyade eylemlerini ve politikalarını objektif kriterlerle denetlemelidir. En önemli denetim ise piyasaya bırakılmalıdır.
***
Bugünkü yazımızı bir kitap tavsiyesiyle bitirelim. Gazeteci İsmail Küçükkaya ile Prof. Dr. İlber Ortaylı Hoca’nın sohbetlerinden oluşan ‘1923- 2023, Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı’ (Timaş Yayınları) adlı kitabı geçen hafta bir solukta okudum. Cumhuriyet’i daha iyi anlamak için mutlaka okuyun derim.