Toplumun sorun çözme mekanizmasını umera, ulema ve ümmetin ilişkisi şekillendirir. Günümüzün ifadesiyle yöneticiler, aydınlar ve halk da diyebiliriz. Bu mekanizma sağlıklı işlediği oranda toplum da doğru yönde, varlığın tabiatına ve amacına uygun olarak sağlıklı bir gelişme gösterir. Sorunların üstesinden gelen, adil ve dengeli bir toplumun varlığı buna bağlıdır. İslam medeniyetinin ayırıcı özelliklerinden biridir bu. Alim ya da aydın, objektif ve özgür bir şekilde ilmi çaba sarf ederek (içtihad ederek) herhangi bir meseleye ilişkin bir öneride bulunur, halk bu öneriyi benimser veya benimsemez. Yönetici de halkın onayladığı, benimsediği ilmi öneriyi, görüşü siyaset diline uyarlayarak tatbik eder. Halkın benimsemediği içtihadı da dikkate almaz. Bu yüzden İslam toplumu açısından alimlerin ihtilafı rahmettir. Çünkü halka (ümmete) alternatifler sunarlar, yöneticilerin de önünü, ufkunu açarlar. Halkın benimsediği içtihadı dikkate almayan devlet de bizzat kaosun kaynağı olur.
Sanılanın aksine, içtihat kapısını alimler değil, ümmet kapatır. Bir de "Ümmet masumdur" sözü var. Halkın yönlendirici propaganda olmaksızın benimsediği görüşün isabetli olduğunu ifade eder. Dolayısıyla İslam toplumunda, yukarıda değindiğimiz üçlünün ilişkisi "düşünceyi alim üretir, halk onaylar (veya onaylamaz), yönetim de uygular (veya uygulamaz)" şeklinde biçimlenir.
Buna göre, alimlerin yaptıkları içtihatların doğruluğunun ölçütü, ümmetin benimsemesi, üzerinde ittifak etmesidir. Alimin yaptığı içtihat, ortaya attığı tez ümmet tarafından kabul görüyorsa, bu içtihat isabetlidir, bu tez yerindedir demektir. Şöyle de diyebiliriz: Halk, beğendiği içtihada kapıyı sonuna kadar açar. Beğenmediği içtihada karşı da kapıyı sıkı sıkıya kapatır. Nitekim günümüzde uçuk kaçık içtihatlar (!) yapan, tezler savunan kimi marjinal alim müsveddelerinin, başka alimler genellikle ses çıkarmadıkları halde, halk yüzlerine bakmadığı için, en fazla bir ekranlık saltanatları oluyor.
Batı medeniyetini referans alan toplumlarda bu yapı genellikle yöneticilerin bir şeye karar vermesi, aydınların buna bilimsel (!) gerekçeler üretmesi ve halkın yoğun bir propaganda ile buna ikna (!) edilmesi şeklinde işler. Doğal olarak hiçbir sorun çözüme kavuşturulamadığı gibi toplumu ancak yöneticilerin gücü ile idare etmek mümkün olur. İranlı şair (aydın) geçmişte bizim medeniyetimiz çerçevesinde de kendini gösteren bu çarpık ilişkiyi şöyle tarif etmiş: "Sultan, günün tam ortasında gecedir, diyor, ben de (aydın olarak) ne güzel buyurdunuz, işte ay ve işte yıldızlar diyorum."
Yönetici, içtihadı, görüşü halkın onaylayıp onaylamadığına bakmaksızın doğrudan alimden (alim müsveddesinden), kapıkulu aydınından alırsa, geçmişin "saray uleması" veya "saray şairi" benzeri, gözünü devletin ulufesine dikmiş resmi bir ulema ve aydın sınıfı doğar. Denge bozulur, yönetici ufuksuz kalır ve toplumsal huzursuzluk bir türlü dinmez.
Günümüzün sorunu, ilim adamlarının geçinmek için devletin vereceği maaşa muhtaç olmalarıdır. Bir de özellikle dini ilimler alanında son yıllarda akademik unvanların, dekanlık, rektörlük gibi itibarlı, havalı makamların etkili olmasıdır. Doğal olarak alim, içtihadını kendisine maaş, unvan ve makam veren merciin arzusunu dikkate alarak gerçekleştirecektir, netameli konulardan uzak duracaktır.
Son günlerde yeniden gündeme gelen yakıcı "Kürt sorunu" karşısındaki aydın sessizliğinin, ulema kısırlığının sebebi işte bu çarpık ilişkidir. Bu sorunu çözmeye karar vermiş "devlet aklı"nın sağlıklı ilişkiye göre işleyen mekanizmayı devreye sokması gerekir. Aksi taktirde yönetim ufuksuz, toplum da alternatifsiz kalmaya devam edecektir.