Hayati soru şu: 1920 şartlarında dahi vatandaşını tanımlamayan, etnik referans içermeyen, değer yargılarını kutsamayan, merkezin yetkilerini ademi merkeziyetçilik ve parlamentonun üstünlüğü ilkeleriyle sınırlayan, hükümeti meclis iradesine tabi kılan bir anayasa yapabilecek durumda iken, nasıl oldu da 2013 Türkiye’sinde sadece darbe anayasalarının taklidini üretebilecek bir noktaya geriledik?
Ne yazık ki yüzleri geçmişe dönük anakronik figürlere teslim edilen Anayasa süreci beklendiği gibi çöktü. Türkiye üç altın yılını heba etmiş oldu.
Yeni Anayasa konusunu uhdesine alıp toplumdan bağımsız bir şekilde götürmek isteyenlere Anayasanın sırf bir hukuki belge olmadığını; toplumsal eksende karşılaştığımız her bir sorunun ve huzursuzluğun temelde anayasayla ilgili olduğunu anlatamadık.
Anayasanın bir toplumsal sözleşme zeminine oturması gerektiğini; anayasal iradenin siyasi partilere ve organlara ait olmadığını, anayasa yapımında temsiliyetin değil, vekalet ilişkisinin geçerli olduğunu, toplumsal irade karşısında hiçbir siyasi partinin kırmızı çizgisinin, ön şartının, kutsalının veya yücesinin geçerli olmadığını anlatamadık.
Türkiye gibi yüz yıl boyunca, toplumu yok sayan ve belirli bir grubun veya sınıfın siyasal tasavvurunun toplumun geneline dayatıldığı bir ülkede, bu dayatmanın ifadesi olan 1924, 61 ve 82 anayasalarına yapılacak her bir referansın topluma karşı bir saygısızlık anlamına geleceğini anlatamadık.
Türkiye’yi 21. Yüzyıla hazırlayacak bir anayasanın ancak ve ancak toplum merkezli, toplumsal taleplerin analizi üzerine, hiçbir toplumsal talebin ve itirazın gayrimeşru görülmediği bir ahlaki ilkeden hareketle hazırlanabileceğini, hukukçuların ise sadece bu şekilde oluşturulmuş bir çerçevenin hukuki formülasyonuyla sınırlı yetkilerinin olacağını da anlatamadık. “Ey hukukçular, aslında yazılı bir anayasaya dahi ihtiyaç olmadığı bir evrende, kendi konumlarınızı abartmayın ve bir anayasanın, onun tercihlerinin ve içeriğinin ne olması gerektiği konusunda mümkünse susun ve toplumun iradesini gasp etmeyin” dedik, ama dinletemedik.
Yüzlerce maddelik ‘özgürlük’
Toplumdan vekalet alan siyasetçiler de yüzyıldır egemen olan bu anlayışın içinden konuşunca, “anayasa konusunu, (anayasa) hukukçuları iyi bilir” şablonuna teslim olmaları şaşırtmadı.
Hatırlayalım.
Neredeyse bir yıl boyunca toplumsal talep toplandı. Toplum inandı, mobilize oldu, “anayasa benim kaderimle ilgili, o halde ne olması gerektiği hakkında konuşacağım” dedi, görüşlerini bildirdi. Sivil toplum platformları çalıştı. Toplum sözleşmesinin çerçevesi de ortaya çıktı.
Ancak bunun için oluşturulan komisyon daha bu talepler toplanmadan, Anayasanın 9 başlıktan ve yüzü aşkın maddeden oluşması gerektiğine karar verdi. Yani anayasa ile ilgili en temel kararı daha toplumu dinlemeden aldılar.
Çünkü anayasa müktesebatları 61 ve 82 anayasalarıyla sınırlı hukukçularımız öyle buyurmuştu. O anayasalarda da 9 başlık vardı. Onların, “Anayasa mı, özgürlük mü istiyorsun, al sana içinde bir yığın özgürlük maddesi bulunan bir anayasa” diye ferman buyuran devlet geleneğinin dışında herhangi bir anayasa tasavvurları yok.
Türkiye tarihinin gurur kaynağı olan 1920 meclisi tarafından hazırlanmış 1921 Anayasasını anayasadan saymıyorlar. Modern dünyanın en başarılı ve en eski anayasası olup toplum sözleşmesine dayanan ABD anayasası mantığına sahip olması ve onun gibi sadece 24 maddeden oluşan bu anayasa, hukukçularımızı elbette tatmin etmez. Nasıl etsin ki? Anayasa dediğin metin yüzlerce maddeden oluşmalı ve devlet bütün ihtişamıyla dile gelmeli. Vatandaşına özgürlüğü o vermeli. Mesela, anayasada bir yığın madde “herkes xyz özgürlüğüne sahiptir” demeli. Devlet o anayasa eliyle vatandaşın ne ve kim olduğunu belirlemeli. Sonra da herkesi o makbul kalıba sokmalı.
Toplumun ortak değerleri, toplumda tarihten gelen değerler değil, devletin anayasada buyurduğu değerler olmalı.
Mantıkları böyle. Bu mantığı da “önce insan” gibi bir iki slogan ile süsleyince tadından yenmez oluyor.
‘Nasıl yapılamaz’ı gördük
Bu hukukçuların demokrat olanı ile olmayanını birbirinden ayıran tek çizgi, devletin ne kadar özgürlük tanıdığıyla ilgili. Anayasada akla gelebilecek her bir özgürlük kavramına yer vermek isteyenler haliyle diğerlerine göre biraz daha demokrat ve özgürlükçü olmuş oluyor. Dolayısıyla 61’i savununca daha çok, 82’yi savununca da daha az demokrat ve özgürlükçü olunuyor. Başkaca bir dünya yok!
Onların zihninde “Özgürlük bahşetmek devletin haddine mi?” şeklinde bir soruya yer yok. “Devlet neden vatandaşı tanımlıyor? Devleti yaratan vatandaş olduğuna göre tersi olması gerekmez mi?” sorusu da hakeza. “Toplumun her bir kesitine göre değişkenlik arz edebilecek değer yargılarına anayasalarda neden yer verilsin?”, “Sadece hukukçuların hayatını mı ilgilendiriyor ki anayasanın ne olması gerektiğini onlar belirliyor?” ya da “Devletin toplumdan bağımsız bir iradesi nasıl olabilir?” sorularının Türkiye’nin hukukçuları nezdinde bir karşılığı yoktur. Sorduğunuzda “ölü balık” ifadesiyle karşılaşırsınız.
Bu mantıkla yürütülen anayasa çalışmasının çökmesinde üzülecek bir yan yok. En azından nasıl “yeni” anayasa yapılamayacağını görmüş olduk.
Artık şu soruyu kendimize soralım: 1920 şartlarında dahi vatandaşını tanımlamayan, etnik referans içermeyen, değer yargılarını kutsamayan, merkezin yetkilerini ademi merkeziyetçilik ve parlamentonun üstünlüğü ilkeleriyle sınırlayan, hükümeti meclis iradesine tabi kılan bir anayasa yapabilecek durumda iken, nasıl oldu da 2013 Türkiye’sinde sadece darbe anayasalarının taklidini üretebilecek bir noktaya geriledik?
Bu bir utanç tablosu. Hakkını yemeyelim, aynı zamanda yüz yıllık darbecilik geleneğinin, kendi mantığıyla, kendi diliyle, kırmızı çizgileri ve ön şartlarıyla konuşan, düşünen, eyleyen bir hukukçu ve siyasetçi kitlesi üretme başarısının kanıtıdır.
Ama aynı başarı toplum için geçerli değil. Zira 2010-2012 arasında yapılan tüm araştırmalarda, toplum tam da bu geleneği reddeden bir anayasa paradigmasına sahip olduğunu ortaya koydu.
Yani sorun toplumda değil, Ankara’da...
Yukarıdaki bir kaç soruya doğru cevap verebilirse, Ankara tarihinde ilk defa doğru bir şey yapmış olacak.
Veremezse ne içeride barışı sağlayabilir, ne çevremizdeki gelişmelere ayak uydurabilir, ne de gelecekte kendimize bir yer bulabiliriz.
Kafayı kumdan çıkarmanın ve doğru bir başlangıç yapmanın vakti.
Anayasa kararı Ankara’ya değil, topluma aittir.