Uluslararası ilişkilerde ulusal hedefler ve çıkarlar genellikle birbirleriyle bağlantılı olarak şekillenir ve çoğunlukla da uzun zaman değişmeden kalırlar. Çünkü coğrafyanın unsurları kolayca değişmediği için birtakım coğrafi şartların belirlediği ihtiyaçlar da uzun süre aynı kalabilirler.
Mesela Suriye topraklarının tarih boyunca Anadolu’ya egemen güçlerle Mısır’a egemen güçler arasında bir çekişme konusu olması jeopolitiğin sürekliliğiyle ilgili bir konudur. Mısır’ın büyük firavunu 2. Ramses’in ordusuyla Hitit kralı Muvatallis’in askerleri arasında geçen ünlü Kadeş Savaşından Osmanlı sultanı Yavuz’la Memluk hükümdarı Kansu Gavri’nin orduları arasındaki Mercidabık Savaşına kadar bütün örnekler bununla ilgilidir.
Aynı şekilde Anadolu ve İran platoları benzer ihtiyaçları olan coğrafi birimler olduklarından buralardaki siyasi yapılar arasında da hayati bir rekabet yaşanması kaçınılmazdır. Dolayısıyla gözü Avrupa’da olan ve hiçbir zaman doğuya doğru yayılma ihtiyacı hissetmediği düşünülen Fatih’le Uzun Hasan’ın veya Yavuz’la Şah İsmail’in rekabetleri kişisel sürtüşmelerle açıklanamaz.
Benzer bir durumu Çin ile Hindistan arasında görürsünüz. Mesela bugün Pakistan İslam Cumhuriyeti’nin en büyük müttefikinin Çin Halk Cumhuriyeti olması iki devletin Hindistan’a yönelik müşterek tehdit algılarının sonucudur.
Bugün İran’la Suriye arasında tanıklık ettiğimiz sarsılmaz ittifak ilişkisini Şiilikle açıklamak yetersizdir. Her ikisinin ortak tehdit algılamaları ve birbirlerine karşılıklı olarak sundukları imkânlar çerçevesinde açıklanması gereken bir ilişkidir bu. Düşünün ki bugünkü Irak’ın hem nüfusunun çoğunluğu hem de yöneticilerin ağırlıklı bölümü İran’daki Şii anlayışına mensuptur; ama İran’la ilişkileri yine de Suriye’ninki kadar sıkı bir ilişki değildir. Keza Azerbaycan nüfusunun Şii olması da İran’ın bu ülke yerine bu ülkenin en büyük hasmı olan Ermenistan’la sıkı ilişkiler içinde olmasına engel değildir. Demografik yapının ve bunun dini-kültürel unsurlarının jeopolitiğin temel bileşenleri arasında yer almasına rağmen...
Zaten “milli hedefler” diye sunulan politikalar aslında devletlerin ihtiyaçlarıdır. Sözgelimi tarih edebiyatının en gözde konuları arasında yer alan Rusların sıcak denizlere inme arzusu somut ihtiyaçlarla ilgilidir. Bununla mesela Almanların realist “lebensraum” düşüncesi aynı kapıya çıkarlar.
İngiliz ve Fransızların ondokuzuncu yüzyıl boyunca sömürgeleri olan ülkelere “medeniyet götürme” geleneği, yakın zamanlarda Amerikalılar tarafından demokrasi ve özgürlük ihracatı kılıfında sürdürülmeye çalışıldı. Değişen bir şey yok.
Bu türden politikalar hükümetler tarafından hem kendi vatandaşlarına hem de dünya kamuoyuna milli hedefler olarak tanıtılır. Ama bütün bu milli hedeflerin arkasında mistik heyecanlardan ziyade maddi ihtiyaçlar bulunur. Milli endüstrilerinin hammadde talebini ve ürettikleri mamullerin pazara arzını gerçekleştirme ve garantiye alma ihtiyacı en başta...
Bu sadece kapitalist batılı devletlerin ihtiyacı olarak yakın zamanda ortaya çıkmış bir politika değil; en eski çağlardan beri, yani ekonominin ve siyasetin var olduğu günlerden beri toplumlar arasındaki ilişkilere yön veren temel faktördür.
Bu konuya daha somut örnek olaylar üzerinden devam edeceğiz.