“Bize acı vermeye devam eden, yalnızca o kalır bellekte..” (Friedrich Nietzsche)
Acı duyan insanların dünyası, keşfedilmeye muhtaç bir dünyadır.
Acı çekenler bu dünyanın içinde yapayalnızdırlar.
Acısını tek başına ve paylaşmadan yaşayan, bu acıyı başkalarına karşı ifade edebilme özgürlüğüne sahip olmayan insan, yavaş yavaş ölüm düşüncesine yaklaşır.
Dünyası, başka insanlarla paylaştığı gerçekliğin dünyası değildir artık ve gerçekte bu dünya zamanla sadece kuşatıcı bir metafizik evrene dönüşür.
Bir çıkış yolu bulmak bu evrenden, hep zordur ve hep zor olmuştur. Çünkü bu metafizik evren, insana dayanılmaz bir ölüm isteği dayatır.
International Assocation for The Study of Pain, acıyı ‘hoş olmayan bir duyum gerçek ya da potansiyel, ama tanımlanmış bir darbeye tepki olarak gelen duygusal bir deneyim olarak’ tanımlıyor.
Katlanılması kolay bir ruhsal durum değildir acı. İnsan kendi acısına katlanamaz belki fakat başkalarının çektiği acıya tanık olan insan katlanılabilir bulur bu acıyı..
İnsanoğlunu, bunca şiddet, zulüm ve vahşet karşısında aciz bırakan belki de budur. Kendi acısına katlanamayan insanın, başkalarının acısına katlanabilen ve bu acı karşısında susma yeteneği gösteren bir varlık olması.
İnsanın sahip olduğu etik değerlerin kırılgan alanlarından biridir acı, o dayanılması, katlanılması zor bir kötülük simgesidir. Onu duydukça, ruhumuzun derinliklerinde onun adına yerleşmiş bu simgeye geniş bir yer açıldığını hissederiz.
Geleneksel yapıdaki toplumlarda insanlar, acılarını gizleme yeteneği bakımından büyük bir ‘ağırbaşlılık’ içindedirler. Bu ‘ağırbaşlılık’, insanın kurtuluşu ve özgürlüğü için yapılan mücadelelere duyulan inanç ve bağlılıkla birleştiğinde acıyı paylaşmak değil, gizlemek ve tek başına yaşamak sanki bir erdem sorunu haline gelir. Esas olan, ‘mücadelenin geleceği ve başarısıdır.’ Birey olarak çekilen acının bu bakımdan ‘ağırbaşlılık’ ve ‘metanetle’ karşılanması gerekir. Acı, gizlenir, mağrur bir duruşla, ulusal bir kibirle karşılanır, belleğin içinde, bir yerlerde hapsedilir ve hiçbir biçimde sorgulama ve yüzleşme konusu olmaz.
Acı bir sırra dönüşmüştür artık.
Ve sevgili okurlar demem şu ki, Uludere acısının bir sırra dönüşmesine izin vermemeliyiz.
Bu acı o coğrafyada gerçekleşen acıların ilki değildi.
Uludere acısı, hesabı sorulamamış başka katliamların, cinayetlerin yeniden hatırlandığı büyük ve kuşatıcı bir acının doğmasına yol açtı.
2012 yılında başaramadığımızı, 2013 yılında başarmak ve Uludere’nin acıya dönüşen sırrını aydınlatmak, helalleşmeye, yeni bir başlangıca ve barışmaya yol açabilir.
Her şey, bunun için çok uygun.
Bir katliamın gayrı meşruluğu ve haksızlığı ilk defa ve bu ölçülerde tartışıldı.
Yazılan ve söylenen her söz, toplumun geçmişte olduğu gibi bu türden katliamları suskunlukla karşılayıp onaylayacağı dönemlerin çok geride kaldığını ispatlıyordu.
Uludere için gösterilen acıyı paylaşma arzusu ve adalet talebi kusursuzdu.
Önemli bir kusur, Uludere’nin zaman zaman ‘siyasi kullanıma’ feda edilmiş olmasıydı.
Uludere, ‘Kürt’ün Kürdistan’ı olmadığı için yaşanmadı.
Uludere’nin acısına sahip çıkmak, Uludere’nin acısını siyasi kullanım alanına çevirmek değildir.
Uludere’yi aydınlatmak ‘ama, lakin, fakat’ demeden aydınlatmak, yani hiçbir bahaneye sığınmadan hakikati ortaya çıkarmak devlet olmanın gereğidir.
Mecliste hazırlanmakta olduğu söylenen raporu, Uludere mağdurları ve kamuoyu merak ve umutla bekliyor. Bu umudun boşa çıkmaması gerekir.
İkinci bir onur kırılmasına, ikinci bir acıya, bu ülkenin tahammülü yok çünkü.
2013 yılı, Uludere’nin yürek burkan bir sırra dönüşen büyük acısına, hep beraber son verdiğimiz yıl olsun.
Herkese iyi seneler.