Bugün yakın târihimizin en karanlık ve en uğursuz olaylarından birinin yıldönümü:
99 sene önce bugün, 29 Ekim 1914 târihinde Osmanlı İmparatorluğu, daha sonra Birinci Cihan Harbi adını alacak olan ve dokuz milyon muhârib ile yaklaşık 50 milyon sivilin hayâtına mâlolacak savaşa resmen katılmışdı.
Beşeriyet târihinde o güne kadar yaşanmış bu en büyük ve en kanlı savaş başlarken, artık ölüm döşeğinde yatmasına rağmen hâlâ beş küsur milyon kilometrekare toprağa ve kırk küsur milyon nüfûsa sâhib bulunan “Boğaziçi’ndeki Hasta Adam” , dokuz yıl sonra mûcize kabîlinden “kefeni yırtarak” Türkiye Cumhûriyeti’ni îlân ederken topraklarımız 760.000 kilometrekareye ve nüfûsumuzda 12 milyona düşmüş olacakdı. Üstelik bu 12 milyon içinde sağlam erkek de hemen hemen kalmamış gibiydi. Zâten daha önce şehîd olanlar sonucu erkek nüfus oran olarak da fevkalâde düşükdü.
Peki, biz bu bâdirenin içine nasıl düşmüşdük?
Bizlere onyıllar boyunca sırf Osmanlı yöneticilerinin ne kadar “ahmak ve yeteneksiz” (!) kimseler olduğu kara propagandasını yapmak amacıyla, “Triumvirat” (Üç erkeğin ortak yönetimi) diye adlandırılan Enver Paşa, Cemâl Paşa (Gazeteci Hasan Cemâl’in Dedesi) ve Câvit Bey’in, kendi haberleri bile doğru dürüst olmaksızın paldır küldür bu felâkete sürüklendiğimiz martavalı okunmuşdur.
Oysa gerçek bu değildir!
Her şeyin bal gibi farkındaydılar ve Türkiye’yi, yâni İmparatorluk’dan ardakalan son parçayı dışarıda tutmak için de var güçleriyle çaba göstermişlerdir!
Bâbıâlî, yâni Osmanlı Hükûmeti, Harb’e tekaddüm eden aylarda, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü garanti altına almak amacıyla Büyük Britanya (İngiltere) Hükûmeti ile temaslara geçmiş, fakat o zamanki Başbakanları Winston Churchill (1874-1965) bu meselenin ancak savaşdan sonra müzâkere edilebileceğini söyleyerek Türk Hükûmeti’nin yüzüne âdetâ bir tokat atmışdır. Bu cevâbın ne anlama geldiğini anlamak için diplomat olmaya gerek yokdur.
Bundan sonra Fransa ve hattâ Bulgaristan da olumsuz cevab vermişdir. Bu da o sıralar “piyasa değerimiz”in ne kadar düşük olduğunu göstermesi bakımından mânîdardır.
Balkan ve Trablusgarb Savaşları ile Balkanlar ve Afrika’daki son vilâyetlerini de kaybeden Türkiye, geri kalanı muhâfaza edebilme endîşesinden ötürü 2 Ağustos 1914’de Berlin ile bir “Osmanlı-Alman Gizli Andlaşması” imzâlamışdır.
Derhâl yürürlüğe giren bu andlaşma uyarınca Almanya İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu’na çok geniş askerî ve ekonomik yardım vaadinde bulunuyor ve istediği toprak bütünlüğü garantisini de veriyordu.
Bundan kısa süre önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da Osmanlı İmparatorluğu ile aynı minvalde bir andlaşma imzâlamışdı.
Bu arada İngiltere, Türkiye için kendi tersânelerinde tezgâhladığı iki modern zırhlıyı, paraları peşînen ödenmiş olduğu halde teslîm etmeyi reddetdi.
Büyük Britanya ile Almanya arasında muhârebeler Ağustos Ayı’nda başladıkdan sonra Akdeniz’de İngilizler tarafından sıkıştırılıp kovalanan iki Alman zırhlısı, “Goeben” ve “Breslau” zırhlıları, Çanakkale Boğazı’na dayanınca Türkler bu iki gemiye sığınma hakkı verdi. Daha sonra da Berlin ile anlaşıp Koramiral Wilhelm Anton Souchon (1864-1946), yâni Fransız asıllı bir Alman kumandasındaki iki harb gemisini satın aldığını îlân etdi. “Goeben”e “Yavuz” ve “Breslau”a ise “Hamidiye” adı verildi.
Ekim sonu, başlarına fes giydirilerek “Türk” yapılan mürettebat yine Amiral Souchon kumandasında Karadeniz’e açılarak 29 Ekim 1914 günü Yalta, Odesa ve Novorussisk Limanlarını bombardıman etdi.
Ertesi gün ise Rusya Türkiye’ye îlân-ı harb etdi.
Böylece nurtopu gibi bir dünyâ savaşımız oldu.
Fakat burada Türk yöneticilerin dirâyetsizliğinden bahsetmek bence ya cehâlet ya da kötü niyet anlamına gelir.
14 Kasım 1914 günü Fâtih Câmii’nde “Cihâd-ı Ekber” îlân edildi.
Türkiye Birinci Cihan Harbi boyunca tam dokuz cebhede vuruşmuşdur:
Çanakkale, Kafkasya (Anne tarafından Dedem orada şehiddir. Y.A.),Galiçya, Romanya, Yemen-Hicaz, Sînâ-Filistin, Irak, Sûriye, Makedonya...
Yine bir Ekim sonu, 30 Ekim 1918 günü, Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda Mütâreke Andlaşması’nı imzâladık ki bu, kayıtsız-şartsız teslim anlamına geliyordu.