Çözüm Süreci’nde PKK dünyasında devam eden tartışmalardan birisi de, süreçte ‘üçüncü bir gözün’ yer alması talebi. Bu türden uygulamalar; çatışma çözümleri teknikleri içerisinde yer almakla birlikte, dünyanın farklı yerlerinde hayata geçirilmiştir. Ve genellikle, sorunu çözme iradesi ortaya koyamayan, bir çözüm siyaseti geliştiremeyen, devlet aklını tesis edemeyen hatta devlet olma kabiliyetinde ciddi sıkıntılar yaşayan aktörlerin içinde bulunduğu çatışma durumlarında uygulamaya konulmuştur.
PKK dünyasına büyük ölçüde patronaj uygulayan sol-liberal aklın müptelası olduğu Batılı çatışma çözümü uygulamalarına kutsal ve nihai kurtuluş reçetesi muamelesi yapılmaktadır. Hâl bu olunca, neredeyse neticeden bağımsız bir şekilde sürecin aşamaları ve tabiatı yaygın çatışma çözümleri uygulamalarından farklılaşınca, barışın imkânsızlığı fikrine hızla savruluyorlar. Başka bir deyişle, sürecin neticesinin ne olacağından çok daha fazla, dogma muamelesi yaptıkları ‘usullerine tâbî olunmasını’ önceliyorlar.
Üçüncü bir gözün hayata geçip geçmemesinden bağımsız olarak, böylesi bir talebin özünü oluşturan beklenti ‘millet baskısından’ kurtulmaktır. Zira 2013 başında hayata geçirilen Çözüm Süreci’nin en temel vasfı ‘millete mal edilmesi’ olmuştu. Milletin kahir ekseriyetinin teveccühüne mazhar olan sürecin oldukça güçlü bir teminata sahip olacağı biliniyordu. Bu ciddi ölçüde de hayata geçirildi. Çözüm iradesi ilk kez halkın çoğunluğu tarafından desteklenir hale geldi. Bu durum; siyasi partiler, güvenlik bürokrasisi ve PKK üzerinde pozitif bir baskıya dönüştü. PKK dışındaki aktörler içerisinde oluşan baskıdan rahatsız olanlar bile, doğrudan provokasyona yönelemediler.
Ancak PKK, diğer aktörlerin aksine, üzerinde hissettiği ‘pozitif baskıyı’ bir kaldıraç olarak kullanmak yerine, otuz yıllık konforlu alanının daralması şeklinde yorumladı. Tam da bu sebepten dolayı, alanı önce millete bırakıp sonra da aynı milletin arasına karışıp normalleşmeye karşı çıkmaya başladı. Suriye’de yeni bir konforlu alan bulacağı hesabını yapabileceğini görünce de 6-7 Ekim marifetiyle hızla eski Türkiye’ye savruldu.
Çözüm Süreci’nin, ‘PKK, devlet ya da hükümet ve üçüncü göz’den müteşekkil toplam üç aktör arasında sürdürülme iddiası, bizatihi sürecin tabiatını yok etme riskini içerisinde barındırmaktadır. Milleti, akil adamları, sorunla ilgili entelektüelleri, sivil toplum kuruluşlarını, siyaseti, medyayı yeterli bulmayan yaklaşımın ‘üçüncü göz’ talebine dair asıl niyet ‘kimi kastettiklerini’ öğrenince daha iyi anlaşılıyor. Çünkü hali hazırda süreci ülke içerisinde takip eden milyonları yeterli bulmayan bu yaklaşımın arzusu, ‘yabancı bir unsurun’ sürece dâhil olması. Üçüncü gözün bir yabancı unsur olmasını talep etmek, açıkça “süreçte iki aktör olsun” demektir. Birincisi PKK ve onun talebiyle PKK’dan vekâlet alan ‘üçüncü göz’, ikincisi ise hükümet olacak.
Bunun bir an için hayata geçtiğini farz edelim. Yani PKK’nın millete, HDP’ye vekâlet vermek yerine yabancı bir unsura güven transferi yaptığı senaryoda ne olacak? Hükümetle mutabakata varılmış alanlarda ciddiye alınacak bir duruş sergileyebilecek mi? Siyasallaşma fobilerinden kurtulup silahsızlanacak mı? Ya da Türkiye’den tamamen çekilecek mi? Bu sorulara cevap vermek için ‘üçüncü göze’ niçin ihtiyaç duyulur?
Kimse merak etmesin, Çözüm Süreci’nin ilerlemesi ve nihai bir barışa ulaşılması için Türkiye’de yeterince göz bulunuyor. Bütün ülke yaşananları adım adım izliyor ve not alıyor. Kısa vadede, sorunun yakıcılığı yüzünden verilen notlarda, PKK sınıfta kaldığını hissedemeyebilir. Ama nihayetinde başta Kürtler olmak üzere bütün ülke elindeki karneyi yavaş yavaş doldurmaya başladı bile. Üçüncü gözün peşine düşmek yerine ‘milletin karnesine’ odaklanmak en doğrusu olacaktır.