Geçen hafta ele aldığımız 'memur vergisi!' hafta geçmeden bütçemize yüklendi. Artık hayatımız biraz daha pahalı.
İki noktayı tartışmaya açmak isterim:
(1) 2008-2009 yıllarında buhranın ilk kriz dalgalarında getirilen kamu teşvikleri; kalıcı mı olacak? Yoksa iki yıl dünyada sayılı büyüme sağlamış örnek ülke olarak bu teşvikler sürerken alt-orta gelir gruplarına vergi salmak daha mı doğru.
(2)Son yıllarda tıkanan AB sürecinde yeni açılımları tartışmaya açmak; gerekmiyor mu? Özellikle AB ile ticaretin yüzde 55'lerden yüzde 37'lere gerilediği bu yıllarda "Gümrük Birliği"ni yeniden yapılandırmak, müzakere etmek veya askıya almak doğru olmaz mı?
***
Önce hayatımızı pahalılaştıran vergi zamlarına bakalım. Bütçe açığının özellikle 2013 yılına sarkan sorunlarına önlem gerekiyordu. Bütçe açığını büyüme sorununa bağlayarak vergi gelirlerindeki azalışla ilişkilendirmek açıklayıcı olamaz.
Ocak-Ağustos itibari ile;
Toplam vergi gelirlerimiz yüzde 7,5 artarak 182 milyar TL'de kalmıştır. Evet, vergi gelirlerindeki artış ilk bakışta düşük gibidir. Lakin büyüme göstergesi olan gelir vergisi ve kurumlar vergilerindeki artış yüzde 11,9'dur. Gelirimiz ve vergimiz artmıştır.
Sorun dolaylı vergilerdeki düşüştür. Özellikle ithalat vergilerinden KDV ile akaryakıt ve motorlu taşıtlara ilişkin ÖTV beklentilerin altında kalmıştır. Cari açık sorununu çözmek isteyen bir ülkede dış bağımlılığı azaltan bu vergi düşüşleri sevindirici değil mi...
Bütçe gelirleri vergi dışı kalemlerle beraber toplamda yüzde 10,8 artarak 220 milyar 484 milyon liraya ulaşmıştır. (Son bir yıllık TÜFE 8,88 ve TEFE yüzde 9,29'dur. Nihayetinde gelir artışı enflasyonun üzerindedir.)
Not: Bütçede gelir sorunu elbet vardır. Ama gelir artışındaki sorun büyüme oranının düşmesinden değil, dışa bağımlılığı azaltan, sağlam büyüme modelinden gelmektedir. Nihayetinde içerde gelirler ve gelire dayalı vergiler artıyor ama dış bağımlılığı artıran ithalat-cari açık vergileri azalıyor.
O zaman sorun nerede?
Elbette gider tarafında.
Geçen hafta 'Memur Vergisi!' başlıklı yazımızda değindiğimiz gibi büyük kütleli harcama artışı personel giderlerinde yaşanmıştır. Personel giderleri yüzde 16,7 artışla 58,3 milyar liraya çıkmıştır.
Not: Bütçede milyonluk değişimlerden sorun çıkararak zam gerekçesi bulmak, mesela güvenlik harcamasına bağlamak gerçekten bu işin uzmanları tarafından yapılması gereğini ortaya koymaktadır.
Personel giderlerindeki artışın da iki ana nedeni vardır. (a) Kamu personel sayısındaki artış; (b) Kamu personel ücretlerindeki artış. Toplam artışın detaylı tasnifi için son veriler henüz gelmemiştir (Ağustos ayında kamu personel sayısı açıklanmamıştır)
Devlet hizmetlerinin yürütülmesi için gereken personel alımının özellikle eğitimde yoğunlaştığını kamuya açıklanan bilgilerden öğreniyoruz.
Personel giderlerindeki artışa karşılık yeni memur alımına peşinen karşı çıkmak elbet doğru değildir. Lakin sorunun ücretlendirme tarafı vardır ki uzun vadede ekonominin yapısal dengelerine zarar verecek gelişmeleri barındırmaktadır. Özel sektördeki ücretlendirme sorunlarına karşılık devlet istihdamının ücretlendirme politikası tartışılır noktaya gelmiştir. Yeniden devletçiliği ve devlete kapak atmayı özendiren bu gelişmeleri daha sonra detaylı aktaracağım.
Kamusal ücretlendirme politikası bize kamu personel reformunun ne kadar acil olduğunu göstermiştir: İstihdam imtiyaz olamaz.
Burada bütçeye ilişkin değinmemiz gereken bir sorun şu: İşsizliğin yüzde 8'lere gerilediği ülkemizde sosyal güvenlik açık finansmanının yüzde 52,9 gibi müthiş bir artışla 16,8 milyar liraya yükselmesi de şaşırtıcıdır. (Geçen yıl 11 milyar TL)
Türkiye'de bazı veriler gerçekten çok çarpıcı gelişiyor: Mesela büyüme yavaşlıyor ama işsizlik azalıyor. Adaletsiz dolaylı vergiler artıyor ama gelir dağılımı düzeliyor. Çarpık veri karmaşasına şimdilik örnek bu kadar.
***
Bütçede gelir-gider değişim oranlarına bakılarak sapmalar ile sorun tespit edildiğinde genel sorunları yukarıda kısaca belirttik. Oysa oran olarak sapmayan ama varlığı sorun olan temel başka noktalar var:
2009 teşvikleri!
Türkiye, maalesef 2008 yılında krizi göremedi. Yurtdışında adeta aylık toplantıları bile beklemeden acil tedbirler alınırken bizim Merkez Bankamız 2008 yılı Mayıs-Haziran-Temmuz aylarında ekonomiyi soğutucu faiz artışı kararları alıyordu.
Faiz kararlarının birincil etkisi bile üç ay sonra ortaya çıkar diyen Merkez Bankamız, nihayet 2008 yılı Kasım ayında krize önlem olarak gevşetici politikalara gidebildi. Yani faiz artışından üç ay sonra faiz indirildi.
Nitekim bu para politikaları ile aylık sanayi üretimimizdeki kayıplar yüzde 25'lere kadar çıkarak çok büyük yara aldık.
Kabine değişikliğinin ardından 2009 yılında mali tedbirler-teşvikler devreye girdi. Verilen teşviklerin en önemlileri mali kesime olsa da reel sektörde teşviklerden pay almıştır.
Örneğin istihdamda Devlet sosyal güvenlik katkı payı vererek yeni işçi alımlarını teşvik etmiştir. Sadece bu teşvik maliyeti bu yıl 15,4 milyar TL'ye ulaşmıştır.
Keza mali teşviklere de (veya vazgeçilen banka vergilerine) hiç dokunulmamıştır. Halen devam etmektedir.
Bütçe açığına yönelik son vergi zamları maalesef yine alt-orta gelir grubuna (oransal) yüklenmiştir.
Yeni vergi tedbirlerinin de düşünülmesi gerektiğini artık tartışmaya açmamız gerekiyor. Özellikle 2008-09 krizin ilk dalgasına karşı alınan destekleme teşvikleri gözden geçirilebilir. Özellikle bankacılık sektörüne yönelik teşvikler kilit rol oynamaktadır.
Not: Temmuz 2012'de bankacılık sektörünün net kârı yüzde 12,1 artışla 13,4 milyar TL'ye ulaşmıştır. Bankacılık sektörü Türk Halkının tüketici olarak en fazla şikayet ettiği sektördür.
***
Burada tedbirler açısından ikinci kilit nokta AB ile süren Gümrük Birliği'dir. Sorun sadece AB ile gümrük birliğine gitmek değildir. Asıl sorun AB'nin 3. ülkelerle yaptığı anlaşmalarla gümrüksüz ticaretine bizim de maruz kalmamızdır. Meksika ve son olarak Güney Kore ile gümrüklerin kaldırılma zorunluluğu bu sorunun boyutunu göstermektedir.
İthalat vergilerinin azaldığı, cari açık sorununu ve ithalatı kısmayı hedefleyen bir ülke olarak yeni açılımları tartışmalıyız; hazırlanmalıyız.
Türkiye kolay yolu seçmek zorunda değildir. Özellikle küresel ekonomik bozulmayı bir kriz olarak gören gelişmiş batılı ülkeler gibi sosyal sorunları derinleştirici adımlar atmak zorunda değildir.
Vahşi finansal kapitalizmin zirvesindeyiz. Reel varlıkları 60 trilyon dolarda olan bir dünyada finansal varlıklar 200 trilyon dolara gelmiştir.
Dünyada zenginlik en yüksek düzeyde ama fakirlik de salgın gibi yayılıyor. Gelir dağılımı oldukça bozulmuştur. Zengin ama yaşlı az nüfusa karşılık fakir ama genç yığınla insan var dünyamızda.
Bu genç ama işsiz kütle ne olacak?
Alt gelir gruplarına yüklenilen vergiler, yine alt gelir gruplarının yaygın yararlandığı kamu harcamalarındaki kısıntılar tedbir olarak alınıyor. Oysa kriz tedbirleri aslında sosyal yapıları bozarak buhranı daha da derinleştiriyor. Aynı yolu mu izleyeceğiz?
Türkiye gelir dağılımını düzelten ama gelir dağılımı hala çok bozuk bir ülke. Keza 2007 sonrasında gelir dağılımındaki düzelme de oldukça yavaşladı zaten.
Kriz tedbirlerini ekonomik olarak görmenin ötesinde sosyal yapıları da dikkate almamız gerekiyor. Bunca yol otomobil satışlarını yakıttan vergi almak için mi teşvik ettik? Yoksa artık otomobil kullanmayıp, toplu taşıma sektörü mü teşvik ediliyor?
Bir ülkenin refahı varlıkların kullanılması ile topluma yansır. Var olan ama garajda kapalı tutulan otomobiller olsa olsa istatistiksel bir değer ifade ederler; refah olarak varlıkları olamaz.