Dün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Kerkük’deydi. Bakan, basın mensuplarını Türkçe, Arapça ve Kürtçe selamlayarak konuşmasına başladı. Kerkük, önümüzdeki dönem hem ekonomik hem de siyasi olarak süreci belirleyecek merkezlerden birisi. Kerkük yalnız doğal zenginlik kaynağı bir kent değil, coğrafi konumu ve demografik yapısı nedeniyle de bugün Irak -hatta Ortadoğu- meselesinin kalbi konumunda.
ABD Kerkük’ü ‘bırakarak’ çekilmek durumunda kaldı. Ker-kük’ün ‘statüsünün’ belli olmaması, Irak’ta merkezi hükümete bağlı mutlak bir ‘ulusal’ egemenliğin de zaten olmayacağı, bunu ABD’nin de beklemediğini ortaya koyuyor.
Dün Davutoğlu’nun bu tarihi ziyaretini bahane eden şu bildiğimiz medya, Türkiye’nin, Kerkük’ün Kürtler’in Kudüs’ü olacağını ‘resmen’ kabul ettiği propagandasını açıktan ya da örtülü olarak yapmaya başladı. Bunlar, aynı zamanda, Davutoğlu’nu tutuklarız diyen Irak’taki aşiret oligarşisinin iz düşümleri olduklarını da göstermiş oldular. Bu gerçekten ‘alçakça’ propaganda dün, en dandik internet haber sitelerinden, en ‘eski’ gazetelere kadar çok geniş bir yelpazede durmadan yenilendi durdu.
Peki, olan biten ne? Olan biten, bölgedeki tarihsel gidişi belirleyecek iki önemli gücün (ABD ve Türkiye) temel politikalarının değişmiş olması, ama bu değişen politikaların da değişen şartlara (Arap devrimleri sonucu hızla değişecek Ortadoğu haritası ve kriz sonrası yeni federal yapılanmaların kaçınılmazlığı) bağlı olmasıdır. Biraz anlatalım, anlatalım da, Davutoğlu’nun Kerkük’de üç dilde selam vermesiyle insanlık dışı nefret tohumları saçan bu güruhun aslında ne olduğunu görün.
ABD işgali sonrası Kerkük’ün statüsü için 3 temel model geliştirildi. 1) Merkezi Irak Hükümeti’ne bağlı Kerkük 2) Federe Kürt Bölgesi içinde özel statüde Kerkük 3) Federal Kürt Bölgesi’ne dâhil Kerkük. (Bu konuda bkz. TEPAV, Irak Raporu) İlk önce, yani ABD işgali sürerken ve Türkiye’deki dönüşüm başlamadan -yani Türkiye asker vesayeti altında, darbe ve katliam planları cenderesinde bir yağma ekonomisi iken- Türkiye’nin resmi tezi, Merkezi Irak hükümetine bağlı, petrol gelirleri merkezi hükümetin denetiminde olan bir Kerkük’tü. Türkiye, burada Lozan’da bıraktığı Misak-ı Milli topraklarına yüzünü bile çevirip bakmıyordu. E, kolay değil İngiliz emperyalizmine verilen bir söz var(dı). Türkiye, bu tezi kabul ederek aslında, ‘içe kapalı bir iç sömürge, kendi sınırlarlarına hapsolmuş bir oligarşik diktatörlük olduğunu da kabul ediyordu. Bu kabul, aynı zamanda, bir ulus-devletler ve emperyalizmler dünyası idi. Yerli aşiret ve devlet oligarşisinin etkin olduğu bir Irak, Esad diktatörlüğünün Suriye’si, katliamcı İsrail, Mübarek’in Mısır’ı, askeri vesayet altında bir Türkiye... Hepsi yerli yerinde duracaktı. Ancak oligarşilerin evlerindeki bu hesap, Arap sokaklarına, Türkiye’nin yeni dinamiklerine, küresel kapitalizmin son krizle düştüğü duruma pek uymadı.
Arap baharı esmeye başladığında zaten ABD’nin de Irak’ta duracak gücü kalmamıştı ama öte yandan Türkiye, tarihinde ilk defa katliamcı İsrail’in karşısına dikiliyordu. Türkiye’nin katliamcı İsrail’in karşısına dikilmesi çok önemli kırılma noktalarından birisidir. Türkiye’nin dış politikası ‘monşerlerin’ elinden kurtulup misak-ı milli’yi hatırladığında, darbe, katliam suçluları da Silivri’yi doldurmaya başlamışlardı. İşte bu şartlar altında, Türkiye, ‘eski’ düşmanlaştırma, ötekileştirme kısır döngüsünden vazgeçerek, ‘sıfır sorun’ politikasına geçti. Hemen belirtelim bu ‘sıfır sorun’ dangalak Ergenekon bloğunun anladığı gibi, diktatörlerle sıfır sorun değildir, bölge halklarıyla, kendi iradesiyle özgür bir gelecek kurmak isteyen halklarla sıfır sorun ve bunun stratejik derinliğidir.
Davutoğlu çok doğru yapıyor
Tahmin ederseniz, Türkiye bu dönüşümle birlikte Kerkük politikasını da değiştirdi. Artık merkezi Irak hükümetine bağlı bir Kerkük tezi geçerli olamazdı. Türkiye, Kürtler’in, Türkmenler’in, Araplar’ın eşit ve özgür koşullarda, demokratik mekanizmalarla söz sahibi olacakları özel statüde bir Kerkük tezine yaklaştı. Daha önce defalarca yazdım, dünya, kıtasal birlikler, bu kıtasal birliklerin bel kemiği olacak ‘eksen’ devletler ve yerel devletler yapılanmasına doğru gidiyor. Artık, nüfus yoğunluğu ne denli önemli olursa olsun, dünyanın bir yerinde ‘yeniden’ etnik temelli bir ulus-devlet yapılanmasının kurulup, bölgesinde ‘bağımsız’ bir güç olması söz konusu değildir. Kürtler ve diğer halklar, iradeleri bu yöndeyse, elbette devletleşecekler. Binlerce yıldır üzerlerinde oturdukları doğal zenginliklerine sahip çıkacaklar, zenginliği paylaşacak ve değerlendirecekler. Ama bu zenginliğin diktatörlerin elinden alınması, içe kapalı, dikenli tellerle örülü bir ‘bağımsızlık’ safsatasından geçmiyor.
Davutoğlu çok doğru yapıyor, Türkiye’nin refahı, aynı zamanda yanı başımızdaki Kürtler’in, Araplar’ın refahından ayrı değildir. Türkiye, yalnız, 20. yüzyıl başında hegemon ulus-devletlerin ve onların yerli oligarşilerinin Ortadoğu için çizdiği sınırların yıkılmasına yardımcı olmuyor, kendisi için çizilen yoksulluk tuzağını da yerle bir ediyor. Bu tuzağı yıktığımızda şu çok bahsedilen ‘orta gelir tuzağına da’ düşmeyiz. Bu arada bunu da söyleyeyim.