Geçen hafta, merhûm Seyyid Kutub'un (Qutb), Mısır'da Cemâl Abdünnâsır tarafından idâm edilişinin 57. yıl dönümü dolayısıyla Eyüpultan'da Bahariye Mevlevîhânesi'nde, hem Arap dünyasından hem de Türkiye'den davetlilerin olduğu bir anma toplantısı vardı...
Programın sunuculuğunu Dr. Mâruf Çelik yapıyordu... Konuşmalar Arapça, Türkçe ve İngilizce olarak yapılıyor ve (simultane) denilen 'ânında tercüme' yöntemiyle çevriliyordu. Ancak bu tercümelerde nelerin, nasıl aktarıldığına dair acı-tatlı çok hatıralarımız olduğunu hatırlatmakla yetineyim.
Bu satırların sahibine de söz verilince, -uzuuun bir konuşmanın tamamı burada tekrarlanamaz elbette ama- bu tercüme konusuna merhûm Prof. Muhammed Hamidullah'dan bir nükte ile başladı... 50-52 sene öncelerde merhûm Hamidullah İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine 'misafir öğretim üyesi' sıfatıyla gelir ve haftada bir yaklaşık 2,5-3 saat kadar ders verirdi. (Hukuk'ta okuyanlar olarak bazı arkadaşlarla biz de katılırdık, o derslere...) Anlatacağı konunun asıl diline göre Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce anlatır, tercümeleri de o zamanın genç akademisyenlerinden Salih Tuğ ve Yusuf Ziya Kavakçı yaparlardı. (Bu iki isim de o sırada henüz prof. olmamışlardı). Haliyle, 2,5- 3 saatin yarısı tercümeye giderdi. Hamidullah Hoca, bu tercümeleri dikkatle dinler ve tercümede noksan kalan yerler olursa işaret ederdi. O zaman anlardık ki 'Hoca, en azından bütün incelikleri anlayacak kadar Türkçe de biliyor.' idi.
Biz de o zaman, 'Hocam, Türkçe bildiğinize göre, derslerinizi Türkçe verseniz de anlatımda bir sıkıntı olursa, hocalarımız devam ederler ve biz de daha fazla istifade etmiş oluruz...' demiştik. Hoca da bir gün, bu talebimiz üzerine, 'Tamam çocuklar, gelecek derste size anadilinizle hitap edeceğim...' dedi.
Bir hafta sonra geldiğinde Arapça olarak başladı derse... Hocaya vaadi hatırlatıldığında, 'Ben vaadim üzereyim...' demişti... 'Hayır hocam, Türkçe demiştiniz...' dediğimizde ise, 'Sizler mümin olduğunuza ve Peygamber hanımları da 'müminlerin anneleri ' olduğuna göre, ben size, annenizin diliyle konuşuyorum...' şeklinde, ilginç ve güzel bir ders vermişti, bize...
Bu satırların sahibine de söz verilince bu hatırlatmayı yaparak, 'Yazık ki, sizlere ana dilimizle hitap edemedim...' demişti. Ve yazık ki dünya Müslümanlarından birçoğu genelde, bu gibi toplantılarda -İngilizce biliyorlarsa- İngilizce konuşmaya öncelik veriyorlar, bu dilin 'dünya dili olduğu' gibi iddialarla... Halbuki, 200 yıl öncelerde, İngilizce için böyle bir 'dünya dili' iddiası yoktu... Avrupalılar ve Hristiyanlar arasında daha çok Lâtince kullanılırdı... Dünya Müslümanları ise kendi aralarında, asıl kitaplarının, Kur'an-ı Kerîm'in dili olan 'Arabî'ce konuşurlardı...
*
Sözünü ettiğim anma toplantısında da, Prof. Beşîr Eryarsoy ve Prof. Yâsin Aktay konuşmalarını akıcı bir uslûpla Arapça olarak yaptılar.
Seyyid Kutub'un özelliği bizim neslimiz için, şu açıdan daha bir önemliydi... Çünkü 1923 sonrası mâlum uygulamalar sırasında, İslam ve Kur'an üzerinde konuşulmasını bilenler bile susturulmuştu... İslam deyince, bizim gençliğimizde, sadece bir takım temel aqıdevî ve fıkhî bilgilerle sınırlıydı, bildiklerimiz... 'Amentü' içinde ifade olunan aslî inanç konuları ve sonra da namaz, oruç gibi ibadetlerin nasıl yapılacağı veya yapılamayacağı gibi, fıkhî alanlardaki bilgilerden fazlasını bilmiyorduk. Ve İslâm'ın bir dünya görüşünün ve bize sunduğu bir sosyal nizâmının bulunduğu fikrinden haberimiz bile yoktu...
Ancak 1962-63'lerde ilk olarak, Seyyid Kutub isimli bir yazarın 'İslâm'da Sosyal Adalet' isimli bir kitabının tercümesiyle karşılaşınca, bu kitapta anlatılanlar bize âdeta, 'aylarca yağmursuz kalmış toprağa düşen yağmur rahmeti' gibi gelmişti... Evet, artık inanıyor ve anlıyorduk ki başka dünya sistemleri gibi, bizim de kendi inancımıza göre 'dünya nizâmı'mız vardı ama yok olmuştu... Onu yeniden hayata döndürebilirdik...
O sıralarda Muhammed Hamidullah'ın 'İslâm Peygamberi...' isimli çok geniş hacimli ve son derece doyurucu eseri, Ebû'l-Âlâ Mevdûdî'nin kitapları ve daha sonra da, yine Seyyid Kutub'un diğer eserleri ve hele de 'Fî Zılâl'il-Kur'an (Kur'an'ın Gölgesinde..)' isimli 10 cildi aşkın eserleri bizim neslimizin önüne yeni bir dünya açıyordu..
Ama bu kitaplarında anlattıklarını Seyyid Kutub, kendisi uygulamaya koyabilir miydi? Yoksa, o da, o nazarî ve mantıkî açıdan düşündüğü dünyanın kurulması için tedricî, (kademe-kademe hareket etmek) yani, 'maslahat' yolunu mu seçerdi, bunu bilmiyoruz...
Böyle bir uygulama imkânı bulamamıştı ama bunun çok çetin olduğunu bize kendi hayatıyla ve dünya hayatını, dârağacında tamamlayışıyla göstermişti...
Ama o, kendisine, 'Nâsır'dan af dile, affedileceksin...' tekliflerine, 'Bir mümin, bir 'münafıktan asla af dilemez...' diyerek, eğilmeksizin, inandığı yolda, üç gün daha fazla yaşamak ümidiyle geri adım atmadan, darağacına gitmeyi, o yolda can vermeyi, cana minnet bilmişti. Denilebilir ki o, son ânındaki o şecaatli, şahsiyetli tutumuyla, hayatında yaptığından daha büyük hizmetleri şehadetiyle yapmıştı. Seyyid Kutub'u, Müslüman toplumlarının özellikle genç nesilleri arasında o kadar derin tesirli yapan husus, onun o şahsiyetli mümin tavrından asla fire vermemiş olmasıdır.
Nitekim, Ağustos -1966'daki idâmı üzerinden 57 yıl geçiyor ama emperyalist dünyanın medya organlarının, 'İslamofobi/İslâm korkusu' etrafındaki yayınlarını yaparken, suçladıkları insanların kitapları arasında Seyyid Kutub'un kitaplarının bulunmasını, korkularını yansıtan iddialarının doğruluğuna delil olarak göstermeleri bile, çok büyük mânâlar taşımaktadır.
Merhûm Seyyid Kutub'a, rahmet dilekleri ve minnet duygularıyla...
*
-Bir diğer isim... Prof. Mustafa Küçükaşçı için...-
İki ay kadar öncelerde vefat edip, Eyüpsultan'da toprağa iade olunan ve İslâm Tarihi ve irfanî konulardaki derin vukûfiyetiyle bilinen Prof. Mustafa Küçükaşçı için (ki, merhum mütefekkir ve şair büyüğümüz Ali Ulvî Kurucu'nun da yeğeniydi), geçen hafta, Türkiye Yazarlar Birliği'nin İstanbul Şubesi'nin Divanyolu'ndaki merkezinde bir anma toplantısı vardı...
Bu vesileyle, merhûm Mustafa Hoca'dan geçen sene, Birlik Vakfı'nın İstanbul Çemberlitaş'taki merkezinde yaptığı konuşmada anlattığı ilginç bir notu burada tekrarlamalıyım...
Prof. M. Küçükaşçı'nın o sohbetinde anlattığına göre, Yahya Kemâl, bir gün, Mustafa Kemâl'e, 'Paşam, Kur'an'la bu kadar oynamayınız...' der; Kur'an'ın yazılı olduğu 'Arap Alfabesi'ni hem de çok sert usûllerle yasakladığını ve yine aynı usûllerle Latin Alfabesini zorla kabul ettirişi'ni imâ ederek...
M. Kemâl de, 'Anlamadan okuyorlar...' gibi, bilinen klasik gerekçeyi tekrarlar...
Bunun üzerine, 'Paşam, bizim halkımız, Kur'ân'ı söz olarak değil, ses olarak dinler ve onu dinlerken, Allah tarafından kendilerine bildirilen İlâhî hükümlerin tamamını anlar... ' der; tıpkı bir gül bahçesine giren kişinin bütün gülleri ayrı ayrı koklamaksızın; bulunduğu mekânın güzelliğini doyasıya içine çekmesi gibi...
Merhûm Prof. Mustafa Küçükaşçı Hoca'ya, çıktığı ebediyet yolculuğunda rahmet-i ilâhinin yoldaş olmasını niyaz ederek...
Bu vesileyle şunu da ekliyeyim ki, merhûm Küçükaşçı Hoca'nın Eyüpsultan'daki defni sırasında son olarak ve oldukça sıhhatli olarak gördüğüm, İstanbul İlâhiyât Fakültesi'nin 'İslâm Tarihi' hocalarından Prof. Adnan Demircan kardeşimiz de midesinin bütünüyle alınmasını gerektiren ağır bir ameliyat geçirmiş olup; bizzat kendisinden aldığım bilgilerle, nekahat dönemi -inşaallah- her geçen gün daha iyiye doğru gitmektedir. Aziz kardeşimiz ve dostumuz Adnan Demircan Hoca'nın, inşaallah, sıhhat ve âfiyet-i kâmil ile kültür hayatımızdaki etkin yerine döneceği dua ve ümidimizle...
*
-Ve, Prof. Hüseyin Atay için de birkaç söz...-
Ankara İlâhiyat Fakültesi'nin çokça bilinen, hattâ özellikle İslam İlâhiyatı konularında, bir hayli tartışılan 'belirli bir fikrî çizgi'sinin 'Ankara İlâhiyatı'nın görüşü' diye isimlendirilmesinde en etkili isimlerden sayılan Prof. Hüseyin Atay, geçtiğimiz günlerde, 93 yaşında vefat etmiş bulunuyor.
Bu satırların sahibi, Prof. Atay'ın eserlerini yarım asır öncelerden beri okumuş ve onun bazı hassas meselelere yaklaşım tarzı etrafındaki tartışmaları, bilgi alanı dışında olduğu için, sadece dinlemiş birisi olduğu için, konuşmanın zor olduğu bir alan...
-Ölüleri değil-, 'Ölülerinizi hayırla anınız...' meâlindeki 'emr-i nebevî' gereğince bu konuya nasıl yaklaşmalıyız... Onun, 25 yıl öncelerde, 28 Şubat 1997 Askerî Darbe Zorbalığı günlerinde, 'Laiklik bin yıl devam edecektir...' diye, dehşetli nutuklar çeken mâlum generallerin hoşuna gidecek şekilde, 'Ezân-ı Muhammedî' yerine, 1933'lerden itibaren minarelerimizde asırlarca duyulmamış sözlerin, 18 sene kadar okutulmasının caiz olduğu'na dair görüşleri ifade edişi, çoğu kimse tarafından, kendisine darbeciler tarafından yapılan baskılar için öyle söylediği şeklinde yorumlanmıştı. Ama kendisinin bu iddialara karşı açık bir beyanı olmamıştı, bilindiği kadarıyla...
Elbette, şunu da eklemeliyim ki bu konuda, Akit yazarlarından ve bu konularda dikkatli olduğunu bildiğim Ahmed Varol kardeşimiz, 'Prof. Atay'ın talebesi' olduğuna işaretle, onun hakkında 'hüsn-i şehadet'te bulundu, bir yazısında...
Ancak, Rize Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi öğretim üyelerinden Yavuz Köktaş imzasıyla sosyal medyada Prof. Atay hakkında, onun görüşlerinden seçmeler halinde yayınlanan bir mesajda yer alan sözleri, -Köktaş Hoca, her ne kadar tamamen kabul veya ret etmediğini de işaretleyerek- (Hem nalına.../ Hem mıhına...) şeklinde aktardıysa da, onlardan bazılarını burada tekrarlamaktan bile çekinir ve hattâ teeddüb ederim.
*
'Allah'u Teâlâ'nın kulları hakkındaki bütün tasarruflarında muhakkak ki bir rahmet vardır' diyerek, bu konuyu da bu kadar işaretleyerek geçiyorum.
*