Sene 90 ya da 91 olmalı.
Erzincan Atatürk İlkokulu’nda okuduğum ilkokul günleri…
Mütevazı bir esnaf ailesinin evinden çıkıp yürüyerek okula gidiyorum.
Sırada iki kişiyiz.
Sıra arkadaşımın adı Göktürk.
O da belediye başkanının konutundan çıkıp geliyor okula.
Başkan Talip Kaban’ın oğlu Göktürk…
Yanyana oturuyoruz. Beraber okuyoruz. En iyi arkadaşıyı birbirimizin.
Ders bitince ben yine dedemin elleriyle yaptığı iki katlı aile evimize gidiyorum.
Göktürk de belediye başkanı konutuna gidiyor.
Bazen onlara oynamaya gidiyorum. Commadore64 oyun bilgisayarını ilk orada görüyorum.
Hafif bir özenme oluyor belki ama beraber oynayınca geçiyor.
* * *
Göktürk’ün babası aynı zamanda Erzincanspor’un başkanı.
O zamanlar belediye başkanları şehir takımının da başkanı olabiliyordu, şimdi olamıyor. Bu gereksiz bilgiyi neden verdim, ben de bilmiyorum. Neyse…
Erzincanspor’un maçlarına iki kilo çekirdek, bir çay bardağı bir de bolca külah yapmalık kağıtla gidiyorum.
İlk yarı boyunca çekirdek satıyorum.
Sermaye çabuk bitmesin diye de en küçük çay bardağını özenle seçerdik o zaman, çekirdekçiliğin şanındandı. (Bir gereksiz bilgi daha)
Devre arasına kadar çekirdeği bitiriyorum.
Çekirdek bitince şeref tribününün kapısına gidip “Ben Göktürk’ün arkadaşıyım” diyorum. Alıyorlar.
İkinci yarıyı belediye başkanının yanında izliyorum.
Havam o biçim…
Şeref tribünü de bi’başka esiyor püfür püfür sanki.
Ya da ben açık tribünde çok yanmışım, bana öyle geliyor…
Maç bitiyor.
Makam arabasıyla beni eve bırakıyorlar.
Makam arabası geniş kasa bir Mercedes. Gri renkte… Müteahhit modeli...
Bahçeli, iki katlı evimizin kapısından içeri giriyorum.
Keyfim hala gıcır…
* * *
Bir tehlikemiz var önümüzde dostlar.
Son yıllarda tırmana tırmana gelen, kartopu gibi büyüye büyüye gelen bir tehlike.
Orta direk yok oldu, zengin-fakir ayrımı gitgide derinleşiyor, keskinleşiyor.
Yukarıda anlattığım hikayeyi bugün bir çocuğun yaşama şansı yok.
Mütevazı bir aile çocuğu ile zengin aile çocuğu arasında çok kalın duvarlar var.
Pahalı arabalar gitgide daha çok zırhlı tanklara benzemiyor mu sizce de?
Ve siteler de gitgide daha yüksek duvarlı, elektrik verilmiş dokunsan çarpacak dikenli çelik tellerle kapatılmış kaleler gibi yapılmıyor mu?
Kimden koruyor bu tank gibi arabalar, kale gibi siteler zengin vatandaşlarımızı?
Hırsızlardan mı? Hadi canım…
Basbaya fakirlerden…
Bu işte bir tuhaflık var…
Ve bu sitelerde, ve dahi plazalarda çalışan insanlar da adeta hükümlüler gibi, adeta köleler gibi tektip giydiriliyor. Evlerinden, ofislerinden çıkan üst gelir grubu yanlarından geçtiğinde yere eğik yüzlerini kaldırıp selam bile almıyorlar.
Selam verilmeyeceğini biliyorlar çünkü.
Peki bahsettiğim sorun bir lanet olası zenginler sorunu mu? O da değil…
Zengin insanlar kötü filan demiyorum. Ama üst gelir grubuna dahil birey (zenginin kibarcası) bakıyor ki yardım etmeyle hiçbir yere varamıyor. Yardıma ihtiyacı olan insanlar çok ama çok fazla, hepsine yetişmesi imkansız. Bir de üstüne gerçekten ihtiyaç duyanlara, bu işi meslek edinmişler de karışınca, camı tıklatana bakmamaya başlıyorlar, birisi “pardon” deyince durmuyorlar.
* * *
Zengin kız fakir oğlan aşkları da artık geçmişte ve filmlerde kaldı.
Gençler bile dengini buluyor da seviyor. Ya da belki başka gelir grubundan insanı görmüyor ki sevsin…
Öyle babası Münir Özkul, annesi Adile Naşit olan kızları Hulusi Kentmen’vari fabrikatörleri oğluna istemeye gelmesi dönemleri çoktan geride kaldı.
Dengeler kuruldu adeta. Görünmez bir kast sistemi, adı konulmamış bir sınıflar ayrımı var.
Bu Türkiye’nin sorunu değil sadece, tüm dünyada orta sınıf kayboluyor.
Bu sınıflar ayrımının oluşması, zengin-fakir farkının derinleşmesi de maddi durumu düşük insanlarda (hele de gençlerde) bir öfke, bir sinir durumu, bir hırs yüklemesi oluşturuyor.
Servete ve servet sahibi insanlara karşı bir düşmanlık. Ona haliyle zarar verememe sonucu kendine zarar verme durumu doğuyor.
Maalesef bugün varoşlar diye tabir edilen ilçelerde her gün sessiz sedasız genç cenazeleri kaldırılıyor dostlar. 2 liraya temin edilen bonzai ile kaldırımlara baygın uzanmış gençler var sokaklarda.
Çünkü mütevazı mahallelerinde yapılan sitenin duvarları o kadar yüksek ki, oradan asla giremeyeceğini, girerse de orada oturanlara hizmet eden bir personel olarak girebileceğini biliyor genç.
Ya da maaşının 300 katı olan o tank gibi arabaya hayatı boyunca binemeyeceğini…
Aslında gerçek bu değil. Türkiye gerçekten de bir fırsatlar ülkesi. Böyle sıfırdan başarı hikayeleri ile dolu memleket. Ama gerçeğin ne olduğunun ne önemi var ki? İnanılan gerçek başka…
Uzlaşmalı…
Uzlaştırmalı insanları devleti yönetenler.
Buluşmalı.
Hazır Ramazan ayı da geliyor.
Zenginlerin kendilerinden daha da zengin olanları ağırladığı ve kişi başı 100 lira ödediği lüks iftarlar yerine farklı gelir gruplarından insanlarla buluşalım iftarlarda.
Şöyle bir peynir-ekmek ile parkta iftar etmeyi, yanda oturan aileden bir parça ekmek istemeyi deneseler o lüks sitelerin sakinler mesela.
Bu fırsatı kaçırmayalım.