Eğer, Hatay’da önü kesilen TIR’ın kasasında “devlet sırrı” olarak adlandırılan kargo, Suriye’deki Türkmenler’in varlıklarını korumaları için gerekli askeri malzemeyse, ben, bu devlete verdiğim vergileri helal ederim. Bakın, Suriye Türkmen Konseyi Başkanı Semir Hafez ne diyor: “Suriye’de yaşayan 3.5 milyon Türkmen, çok zor koşullar altında varlık mücadelesi veriyor. Bir yandan Baas rejimi, diğer yanda, kime çalıştığı tam belli olmayan Irak-Şam İslam Devleti milisleri saldırıyor. Bugüne kadar 17 bin şehit verdik, binlerce gazimiz var. Baas’ın bombaları ve radikal milislerin yaşam alanlarımıza dönük saldırılarıyla mücadele ediyoruz. Bir Türkmen genci çatışmaya ancak 20 mermiyle girebiliyor, en küçük çatışmada lazım olan asgari 250 mermi. Şam yakınlarında insanlarımız gettolarda tutuluyor, açlık nedeniyle kedi-köpek yemek için fetva istediler. Direniyoruz, ama elimizde hiçbir şey yok, Türkiye yardıma gelmezse, Türkmenler yok olacak!..”
Bu anlatılanların bir tek sonucu var, bu insanlara kendilerini, ailelerini, onurlarını, çocuklarını, varlıklarını korumaları için silah gerekiyor. Vermezsek, durum vahim!..
O zaman kopartılan bu fırtına ne?
Gözler kör, ruhlar kapalı...
Belli ki, bir güç veya güçler, Türkiye’yi, Suriye üzerinden El-Kaide bağlantılı bir ülke haline getirmeye çalışıyor. Mümkün mü? Değil. Çünkü, Türkiye’nin El-Kaide ile en ufak bir temasının, NATO bünyesinde nasıl bir çalkantıya yol açacağını önce, Ankara biliyor. Snowden’in Amerikan istihbaratının gücünü ve pervasızlığını dünyaya anlattığı bir dönemde, Türkiye arka bahçelerde iş çevirebilir mi? Ama ekrana çıkmış meslektaş, dünyadan habersiz konuşup duruyor. Dünyanın rotası belli olmayan bir silah sevkiyatını tespit etmesi için bir savcının işgüzarlığına, bir gazetecinin cahilliğine ihtiyacı var mı? Geçiniz.
Asıl, neyi görmeli...
İnternet manşetlerinde, El-Kaide-silah sevkiyatı-İHH adları bir araya getiriliyor, Bülent Yıldırım’a soruyorum, yayından önce size ulaşıp iddiayı paylaşan oldu mu diye, olmamış!.. Bir STK’yı, hatta onun üzerinden bütün bir ülkeyi zor durumda bırakabilecek bir iddiayı haber yapıyorsunuz, ama muhatabına sormuyorsunuz, nerede gazetecilik?..
Sonra, yalanlanmış bir haber üzerinden ekranda yorum yaparken, şöyle bir laf: “Türkiye silah sevkiyatı ile Suriye’de can kaybının artmasına neden oluyor...”
Diktatör, kimyasalı bıraktı, varil bombalarıyla katliam yapıyor, abluka altındaki insanlar kedi-köpek yiyor, ne idüğü belirsiz örgütler tekbirle kelle kesiyor, en azından 3.5 milyon Türkmen, 1 milyon Kürt, yarına nasıl çıkacağını bilemeden sürünüp gidiyor, işin sorumlusu, Türkiye oluyor...
Olacak şey değil... Meslek yaşantımda -af edersiniz- çok şapşallık gördüm ama, son dönemlerde TV ekranlarında dillendirilen bir takım görüşler karşısında, artık ne diyeceğimi bilemiyorum.
Batılı “adamlarla” konuşur...
Tartışmalar sürerken İsrail medyasına dönüp bakıyorum, “çıt” yok, neden? Çünkü Suriye’de kimin ne yaptığını biliyorlar ve büyük ihtimal, Türkler’in bir bölümünün kendi ülkelerine yaptıkları haksızlıkları gizli bir hayret içinde izliyorlar.
Bir noktayı çok açık belirteyim: Batılılar, ülkelerinin ulusal çıkarlarını pazara dökenlerden hiç hoşlanmazlar, onları kullanır, ama sonuçta, milleti için dik duran insanlarla masaya oturup konuşmayı tercih ederler.
Konuşmak bir “güven” meselesidir, kullanmak ise bir “çıkar” işidir...
Yazıyı bu noktada kesmeye çalışıyorum, hissediyorum, frenim patlarsa, daha ağır kelimeler sıraya girecek...
Net görüşümü bir kez daha belirteyim: Eğer, Türkiye, varlıklarını korumak için büyük mücadele veren Türkmenler’e gerekli askeri desteği sağlıyorsa, elleri dert görmesin. Eğer şunun-bunun kampanyalarına bakıp bu işte gereğini yapmıyorsa derhal tutumunu değiştirsin.
Orada, yüzünü memleketimize dönmüş 3.5 milyon insan iki ateş arasında kalacak, katledilecek, aile şerefine el uzatılacak, aç bırakılacak, biz burada ekranlarda bunlardan tek kelime söz etmeden muhalif olma havasıyla kendimizi dünyaya jurnalleyeceğiz, öyle mi?
Yazıklar olsun...