Kendisiyle bir kez görüşebildim. Yaşlıydı. Bilge bir kimliği vardı. Balkan coğrafyasının insanlara kazandırdığı hesapsız-kitapsız yaşama alışkanlığı içinde son sözünü baştan söyleyen bir ifade ile seçiyordu kelimelerini. O konuşurken çevresindeki gençlerin susup dinlemesi, bir “aksakal”a saygının çok ötesinde uzun bir yaşamın çok gürültülü bir bölgede kendisine kazandırdığı köklü deneyimleri paylaşma arzusuna dayanıyordu.
Osman “amca” ile 1989 yılında Kosova’nın başkenti Priştina’da karşılaştım, söylediği sözler bütün yaşantıma yön verdi.
Kosova o dönemde de karışıktı. Yugoslavya’da birlikte yaşayan uluslar arasında ilk çatışma kıvılcımlarının çaktığı günlerdi. Sırplar, hakim oldukları devletin olanaklarından yararlanarak Arnavutlar’ın üzerine gidiyorlardı.
Savaş Ay ve Coşkun Aral ile birlikte çatışmaları izlemek üzere oradaydık.
Kosova’daki Türkler’in sesini duyuran iki gazeteyi , Birlik ve Tan’ı aynı çatı altında tutan binaya girdiğimizde Osman “amca” gibi bir karakter ile karşılaşacağımızıs bilemezdik.
Kosovalı Türk meslektaşlardan bölgedeki gelişmeler hakkında bilgi alırken, o kapıdan içeri girdi, çevreden gördüğü saygının tadını çıkararak karşımıza oturdu.
Osman “amca” sohbete, o dönem, Bulgaristan’da yaşayan Türkler’in dinlerini ve isimlerini değiştirme kampanyasını sürdüren Bulgaristan’ın -sözde- komünist lideri Todor Jivkov’dan yola çıkarak girdi.
Şeref ve milliyetçilik...
“Jivkov çok kötü bir iş yapıyor, kendi milletinin şerefi ile oynuyor.
Eğer bir millet, başka bir millete saygı duymuyor, onu, ismi ve dini ile uğraşacak kadar aşağılamaya kalkışıyorsa, kendi şerefini sorgulatıyor demektir. Başka milletlere saygılı olmayan milletler, bugün Jivkov yüzünden Bulgarlar’ın düştüğü duruma düşerler. Başka milletler onların şerefini sorgular. Burada da Miloşeviç Jivkov’un yolunda. Hiç kimseye saygısı yok, Arnavutlar, Türkler, Boşnaklar onun için düşman.
Korkarım, Sırplar’ı da Bulgarlar gibi yapacak...”
Sohbetin o bölümü bu kadar kısa, ama bir o kadar geniş ufukluydu...
Nitekim, Jivkov tarihin içinde kayboldu gitti, Bulgarlar, ilerleyen yıllarda demokrasilerinin Avrupa Birliği kriterlerine kavuşması için bir dönem isim ve dinlerini değiştirmeye çalıştıkları Türkler’in kurduğu Hak ve Özgürlükler Partisi’nin yardımına ihtiyaç duydular.
Miloşeviç ise, insanlığa karşı işlediği suçların hesabını verirken, tutuklu olduğu hücrede öldü, gitti. Günümüzde Sırplar, büyük bir acı içinde, Srebrenica Katliamı’nı anma törenlerine katılıyor ve bir dönem yaptıklarından dolayı sürekli özür dileyen bir millet olarak yaşıyorlar. Tıpkı Almanlar gibi.
Haysiyet saygıdır...
Bir milletin haysiyeti, başka milletlere gösterdiği saygıdan kaynaklanır, zorbalıktan değil. Son 3 yılını Afrika’da belgeseller çekerek geçirmiş bir dostunuz olarak söylüyorum bunları. Tarihinde “sömürgecilik” olan bir milletin üyesi olsaydım bir Afrikalı aydın ile sohbet masasına oturmak istemezdim!.. Bugün dünyanın en “medeni” kabul edilen ülkelerinin o kıtada nasıl sorgulandığını ve o ulusların geçmişte yaptıkları için “şeref” hanelerinde ne tür çarpı işaretlerinin olduğunu görmenizi isterim.
Türkler ve Kürtler, kan, gözyaşı ve büyük kayıplar ile yoğrulmuş 30 yılın hesabınıtutmadan “karşılıklı saygı” ilkesi içinde “kalıcı barışı kurmak için” yoğun çaba gösteriyorlar.
Ortaya atılan “Ya, Türkler’in haysiyeti ne olacak?” sorusu, Priştinalı Osman “amca”nın gerisinde bir sorudur. Hrant Dink’in bir “nefret suçuna” kurban gitmesi kadar trajiktir!.. Kürtçe veya Çerkezce’yi yasaklayan, Dersim’den Madımak’a uzanan “suçlar tarihini” yazan, yakın geçmişte bu topraklarında görev yapan rahiplerin, bugün de Samatya’da yalnız yaşayan Ermeni kadınların canına kast eden “sinsi bir dünyanın” uzantısıdır bu soru.
Türkler’in haysiyeti, başka kültür ve ulusların doğal hakları üzerinde sürdürdükleri pazarlıklar ile değil, beraber yaşadıkları bütün uluslara gösterdikleri saygı ile şekillenir.
Gerçek milliyetçilik budur...