Bizim tuhaf bir huyumuz var:
Uzağımızdaki ülkeleri merâk ederiz ama burnumuzun dibindekilere pek dönüp bakmayız. Rusya da bunlardan biri. Soğuk Savaş yıllarında bunu anlamak bir dereceye kadar mümkindi. Gidip gelmek bir yana oradan biriyle mektublaşmak bile “tekinsiz” işler kategorisine girerdi. Gözünüzü karartıp mektublaşsanız gelen zarflar nedense hep biraz “zarar” görmüş olurdu.
Bugün çok şükür o uğursuz devir geride kaldı. Öyle ki bir Türk olarak “kadîm dost” Almanya’ya giriş vizesi almak için ananızdan emdiğiniz süt burnunuzdan geliyor ama cebinize pasaportunuzu koydunuz mu elinizi kolunuzu sallaya sallaya Rusya’ya girebiliyorsunuz.
Kuzey komşumuz Devlet Başkanı Vladimir Putin’in İstanbul ziyâreti vesîlesiyle Türk-Rus ilişkilerine bir göz atmak iyi olur diye düşündüm.
Bizim târihlerimizde çok ilginç bir paralellik vardır.
Gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse Çarlık Rusyası çok geniş topraklar üzerine yayılmış ve tedrîcen çağın gerisine düşmüş iki ülkeyken benzeri modernleşme çabalarıyla canlarını kurtarma derdine düşmüşlerdir.
Rusya’da “Strelitsiy” denilen ve bizdeki Yeniçeri Ocağı ile benzerlikler gösteren hassa birlikleri yozlaşarak devletin başına belâ olmuşlardı. İkide bir isyân ederek yapmadıkları rezilliği bırakmıyorlardı. Çar I. Petro (1672-1725, salt.: 1782) 1697’de bunların kökünü kazıyarak modern Rus ordusunun temellerini atdı.
Bizde ise Sultan II. Mahmud (1785-1839, salt.: 1808) 1828 Yılı’nda aynı işi Yeniçerilerle yaparak modern Türk ordusunun temellerini atmışdır.
İki devletin son 200/220 senelik târihleri, gelişkin Batı karşısında bir hayatda kalma mücâdelesinin hikâyeleri olarak da okunabilir.
Ancak biz, Cumhûriyetle berâber şuursuzca bir “Batılı olma” hummâsına kendimizi kaptırdığımız için kendi benliğimizden vazgeçerek ve tabii çevremizi yok sayarak bir tür “Batı yanaşması” durumuna düşdük. Yâni “Batılı” olmak uğruna bir Batılının aslâ tevessül etmeyeceği bir açmaza girdik. “Batılı” olmaya çabaladıkça Batılı olmakdan uzaklaşıyorduk.
Neyse ki son zamanlarda bu hastalığımızdan kurtulma emâreleri gösteriyoruz.
O bakımdan artık komşularımızla, sâdece Rusya’yla değil hepsiyle, ilgilenmeye başladık.
Şunu unutmamalıyız ki bitişikdeki komşusuyla bile doğru dürüst münâsebet kuramayan kimseler daha uzakdakilerle hiç kuramazlar.
Türkiye ve Rusya gerek Ortaasya ve Kafkaslar’da gerekse Doğu ve Güneydoğu Avrupa’da birbirlerini tamamlayan çok önemli iki istikrar unsuru olabilirler.
Görebildiğim kadarıyla buna heriki devlet de şiddetle ihtiyaç duyuyor.
Ancak ikili münâsebetler bugün hâlâ olması gereken seviyeden çok uzak. Gerek ekonomik alanda gerekse kültürel bakımdan yapılabilecek pek çok iş bulunduğu muhakkak.
Görebildiğim kadarıyla ekonomik alandaki yakınlaşma fenâ gitmiyor. Kaldı ki işadamları kendileri için neyin yararlı olduğunu tesbît etmek için kimsenin aklına muhtaç değillerdir.
Onu bizzat fark edemeyecek olsalar zâten işadamı sıfatını hak etmezler.
Benim arzum, üniversitelerin ve diğer kültürel kurumların, meselâ yayıncıların, daha sıkı bir işbirliğine girmesi.
Burslar bu bağlamda önemli bir hizmet görebilirler.
Çok geniş bir alanda istikrar ve refah...
Unutmayalım ki ne Türkiye sâdece Türkiye’dir ne de Rusya sâdece Rusya...