Pazar akşamı bir restoranda yıllardır tanıdığım Tunuslu iki arkadaşımı dinlerken aklıma 2004 yılında ODTÜ’den Meliha Altunışık, Sabancı’dan Ayşe Kadıoğlu, Dışişleri Bakanlığı’ndan (şimdi Hindistan Büyükelçimiz) Burak Akçapar ile birlikte yazdığımız ve TESEV’in GMF ile birlikte İstanbul’da düzenlediği NATO sivil zirvesine sunduğumuz bildiri geldi.*
Arkadaşlarımdan Tunus’ta yaşanan kaosu, insanların Bin Ali günlerini özler hale geldiğini dinledikçe, Libya’da ve Suriye’de olanları gözümün önüne getirdikçe grup olarak ne kadar öngörülü olduğumuzu düşündüm. Daha o zaman kaostan demokrasi çıkmaz demişiz. Demokratlar kadar kurumsallaşmanın da desteklenmesini talep etmişiz. Kansız dönüşüm için istikrar istemişiz.
NATO konferansı sırasında Amerika’nın Irak politikasını ve Ebu Garip’te olanları eleştirmişiz. Demokrasinin araçsallaştırılmaması gerektiğinden, teröre çare olamayabileceğinden söz etmişiz. Ama hepsinden önemlisi Arap dünyasında yaşanacak muhtemel değişimin liberal demokrasi yolunda olması için insan haklarına dayalı bir kurumsallaşmanın önemini vurgulamışız. Türkiye’nin bir demokrasi fonu oluşturmasını önermişiz.
***
Ama belli ki sözümüzü dinleyen olmamış, aradan geçen sekiz yıl içinde Arap dünyasının kurumsallaşmasına katkı anlamında hiçbir adım atılmamış. Bugün ne yazık ki bu coğrafyada çoğunluğun hakimiyetini dengeleyecek, her anlamda azınlığın haklarını koruyacak bir mekanizma yok. Ortadoğu ve Kuzey Afrika için bir AGİT ya da bir Avrupa Konseyi bulunmamakta.
Ne AB’nin Barcelona Süreci, ne de ABD’nin Arap demokratlarına yaptığı yardımlar bölgenin kurumsal açığının kapanmasına yardımcı olmadı. Demokratlar desteklendi, fakat bölge bazında kurumsal yapıların oluşmasına hiçbir şekilde destek verilmedi. Cumhurbaşkanı Gül, hem bakanlığı hem de cumhurbaşkanlığı sırasında bir kaç çıkış yaptı. Ancak onun da arkası gelmedi.
Oysa emsali sürekli gündemde olan Türkiye’nin bu bölgeye karşı tarihi, ahlaki ve siyasi sorumlulukları var. Türkiye, demokratikleşmesinin tek nedeninin daha demokratik düşünen insanların iktidara gelmesi olmadığını her düzeyde dillendirmek, katılım-kurum-uluslararası sistem dengesinin önemini anlatmak zorunda. Hatta bu bölgenin kurumsallaşması için çalışmak durumunda. Çünkü seçim ille de demokrasi getirmez.
Bu coğrafyanın demokratikleşmesini, dolayısıyla da istikrara kavuşmasını Körfez bölgesinin tekeline ve siyasi tercihlerine, AB’nin ruh haline, ABD’nin seçim takvimine endeksleyemeyiz. Ayrıca askeri müdahaleleri ve Suriye’den sonra Arap coğrafyasının başka yerlerine de sıçrayacağı belli olan isyan hareketlerini demokratikleşmenin tek çaresi olarak göremeyiz, görmemeliyiz. Unutmayalım; değişim istikrar içinde de olur.
Bunun en güzel kanıtı Türkiye’nin kendisidir. Türkiye’nin yarattığı emsal sadece İslam ile demokrasinin bir arada yaşayacağının ispatı değildir. Türkiye’nin emsali parçası olduğu transatlantik bağlarla, Avrupa ile kurduğu özel ilişkiyle değişimin nasıl olabileceğinin de göstergesidir. Avrupa Konseyi’nin koyduğu normların zaman içinde içselleştirilmesidir.
***
Türkiye’nin çok partili hayata geçişini yapmak zorunda kaldığı jeopolitik tercihler sağlamıştır. II. Dünya Savaşı sonrası Sovyet baskısı, Truman doktrininden ve Marshall Yardımından yararlanmak arzusu olmasıydı, Türkiye kendine demokrasiyi vurgulayan Amerikan stratejisi içinde yer aramaya kalkmasaydı, yakın zamana kadar sadece CHP tarafından yönetiliyor olurdu.
Evet, Amerikalılar darbeleri de destekledi. Avrupalılar da göz yumdu. Ama değişim büyük ölçüde bizim onların hayat tarzlarına bakmamız, demokrasilerine özenmemiz, onlarla kurduğumuz farklı düzeyde ilişkileri istemeye istemeye de olsa derinleştirmemiz sayesinde oldu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin AİHM’de kaybettiği pek çok dava daha fazla demokratikleşmesine yardım etti. Hala sorunlu olmakla birlikte ifade özgürlüğü kabul edelim ki böylesine bir sinerji ile gelişti. Düşünsenize eğer AB üyelik perspektifi söz konusu olmasaydı Öcalan yakalandıktan sonra MHP’nin içinde yer aldığı bir koalisyon idam cezasını kaldırır mıydı?
* http://www.tesev.org.tr/tr/yayinlar/6/0