Ankara bir defa daha kalbinden vuruldu. Sıradan ve çok tekrarlanmış ifadelerle, durumu açıklamaya çalışmak herhalde çok can sıkıcı bir durum. Siviller vardı o meydanda. İçlerinde keyifli bir Pazar gününü, Ankara’nın en hesaplı restoran ve kafelerinde geçirmiş, Kızılay’ın kitapçılarına, Sakarya caddesindeki balıkçılara uğramış belki evine iki kilo hamsiyi ancak alabilmiş insanlar vardı. Aralarında YGS sınavına girmiş, arkadaşlarıyla buluşup vakit geçirdikten sonra evine dönmeye hazırlanan gençler vardı.
Bir otobüs durağında buluştular. Belki de son otobüs biletleriyle az sonra cehenneme dönecek olan otobüsün içine doluştular.
Birbirlerini tanımıyorlardı, farklı işleri, farklı statüler vardı. Dışarda patlayan bir bomba onları bir anda eşitledi.
Vahşice düşünülmüş bir terör saldırısında hayatlarını kaybettiler.
Son zamanlarda yaşadıklarımız bana, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin, toplumsal huzur ve barışının benim hafızamın hatırlayabildiği kadarıyla, hiç bu kadar büyük bir risk ve tehdit altına girmediğini söylüyor.
PKK, savaşı dağlardan şehirlere taşıdı ve o şehirler, iki ay gibi bir sürede, boşaldı, insansızlaştı adeta.
Şırnak’tan arayan bir dostum, Şırnaklılar’ın iki gündür yollarda olduğunu söyledi.
Yüksekova ve Nusaybin’de de, durum farklı değil.
Buralardan başlayıp, ta Akdeniz, Marmara ve Ege sahillerine varan, yeni ve tahmini olarak şimdilik beş yüz bin civarında olan bir iç göç dalgası var.
Türkiye’yi bir etnik çatışma, bir iç çatışmanın kıyısına çekmek isteyenlerin hazırladığı plan çerçevesinde yürüyor her şey.
Bu muazzam çatışma süreci, farklı bir toplumsal, hatta ulusal psikoloji yaratıyor.
Hesapları, bu gerilimi ve farklı psikolojik ortamı derinleştirmek.
Katliamlara, bunca insanın hayatını kaybettiği saldırılara böyle bir anlam yüklüyorlar.
Her ölümün ve her katliamın toplumsal yarılmayı, öfkeyi ve ayrıştırmayı hızlandıracağını, Türkiye’nin yönetilemeyecek bir hale geleceğini düşünüyorlar.
İşte Meclis ve işte siyasi partilerimiz.
Tarihe karşı herkes eşit oranda sorumludur.
Sayın Kılıçdaroğlu’nu dinliyorum, kurucu yılların felsefesine dönülmesini istiyor. Bundan anladığı da, yurtta barış, cihanda barış..
Hiçbir şey ifade etmeyen sloganlar üreterek, bambaşka tarihi süreç ve ortamlarda üretilmiş politika ve sloganlara sığınarak, hem kendini, hem de evet bir ulus-devlet kurmuş partisini ve bu partiye inananları oyalıyor maalesef..
Mustafa Kemal yaşasaydı, asla Kılıçdaroğlu gibi bir ulusal politika izlemezdi.
Sayın Kılıçdaroğlu inanmıyor hala, inanması için kimbilir daha kaç katliama şahit olması gerekecek bilmiyorum, ama Türkiye bir ulusal kurtuluş savaşı veriyor. İlkinde, Kürt kimliğini hesaba katmanın gerekçeleri ve zorunlulukları yoktu fazla. Ama şimdi ikinci ulusal kurtuluş savaşı, bu kimlikle alakalı politikaları hayata geçirmeden kazanılacak bir ulusal kurtuluş savaşı değil. Misak-ı Milli’yi, yüz yıl öncesinin koşullarında yaşamıyoruz.
CHP ve lideri, sanıyor ki, AK Parti iktidarda olmasa, her şey gül gibi olacak. Sanıyor ki, kendisi bugün başbakan olsa, Türkiye’ye karşı başlatılan bu kuşatma sona erecek.
Bir uluslararası plan, Kılıçdaroğlu’na Başbakanlığı altın tepsiyle sunmak için değil, Türkiye’yi bölmek için işliyor.
Türkiye’ye Kürtler’in de ekseriyetinin, hatta mümkünse tamamının kendini içinde bulacağı, temsil edileceği ulusal politikalara ihtiyacı var.
Türkiye’nin ciğerlerini, kalbini ve barsaklarını söküp paramparça etmeye hazır bir uluslararası bloğun bir gerçek bir hakikat olduğuna, Türküyle, Kürdüyle inanmadıkça, bu mücadelede başarılı olma şansı yoktur.
Evet arkadaşlar, ayan beyandır ki, bir beka sorunuyla karşı karşıyayız..