Bir toplumun hafızasını elinden alırcasına, bir gecede devrim adı altında geçmişle bağlarını koparırsanız, hiçbir tartışma sağlıklı bir zeminde devam edemez. Bugün Türkiye’de IŞİD başlığı altında devam eden tartışmaların üç beş cümlenin ardından kördüğüm haline gelmesi, tam da bu hafıza operasyonuyla ilgili.
Buyrun sözümona güncel tartışmalar. Selefilik nedir, kime denir, kime denilmez? Vahhabi kimdir, kimin eliyle nasıl şekillenmiş ve hangi büyük operasyonların zeminini oluşturmuştur? Bugün kime Selefi derken hata yapıyoruz, kimi ya da hangi pratiği yanlış kavram ve isimlendirmelerle anlamaya çalışıyoruz? Sahiden İslam dünyasının dört bir yanında ortaya çıkan hareketleri, din, tarih ve sosyoloji üzerinden, ayrıca coğrafyanın etkileriyle doğru anlama çabası var mı ortada?
İster siyasi hareketler olsun, isterse çok da doğru olmayan bir yaklaşımla ‘geleneksel’ olarak tanımlanan yapılar üzerinden bakalım, farketmez. Türkiye, dünyaya ‘Selefilik’ adı altında sunulan, hakikatte Selefilikle ilgisi bulunmayan hareket, örgüt ya da tezgahların doğduğu ya da palazlandığı bir yer olmadı. Ancak bundan sonra da olmaması için bu tartışmayı doğru zeminde, doğru kavramlar ve önerilerle yürütmemiz gerekiyor.
İmparatorluğun çöküş döneminde, Vahhabilik akımının kim tarafından nasıl şekillendirildiğini, elbette o coğrafyada bu tür yorumlara uygun bir zeminin olduğunu unutmadan yeniden hatırlamak zorundayız. Bu akımın, tümüyle ‘yabancı’ kodlar eliyle şekillendiğini söylemiyorum. Sadece o günün şartlarında uygun zaman, zemin ve insan yapısı üzerinden İslam’ın bu ‘yeni’ (!) yorumunun, bir büyük operasyonun omurgası haline geldiğini öne sürüyorum. İngilizler, destekledikleri bu yorumun siyasi ve ekonomik karşılığını, Osmanlıyı o coğrafyadan çıkararak ve devasa petrol kaynaklarını kontrol ederek fazlasıyla almış oldular.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ‘Lawrence’ hatırlatmasına aklınca dudak bükenler, çöküş döneminde Kraliyet eliyle tezgahlanan Vahhabilik hakkında ya fikir sahibi değil ya da tezgah sahipleriyle zihinsel akrabalıkları devam ediyor.
Peki bugünü nasıl okumalıyız? Bir başka tartışmaya parantez açalım kısaca. Öncelikle Türkiye’de dini hayatın, iktidar şehvetine kapılmış ve bu gerekçeyle hedefe giden her yolu meşru sayan yapılardan ibaret olmadığını hatırlamanın tam zamanı. Yanlış bir tanımlamayla kendisine cemaat denilen yapıların, siyasi merkezdeki varlığını, temsilden öte, bir ele geçirme operasyonuna dönüştürmesi, eninde sonunda kendisine ortak kabul etmeyen ‘devlet refleksi’ne çarpacaktı, öyle de oldu.
Ancak sorunlarımız bundan ibaret değil. IŞİD adı altında konuştuklarımızın, sadece stratejik ya da siyasi boyutları olmadığının, bunun aynı zamanda Türkiye’nin kendi içindeki dini hayat, yorum ve İslami siyasi tecrübeyi de kuşatan bir tartışma olduğunun gerçekten farkında mıyız? Modern anlamda tam bir ‘moda’ya dönüşen ve adım adım etrafımızda şekillenen bu hareketler karşısında nasıl bir duruş sergileyeceğimiz, aynı zamanda kendi geleceğimizi şekillendirecek.
Türkiye’deki İslami tecrübenin, kendi tarihsel kodları içinde nereden beslendiğini, hangi akımlardan ne kadar etkilendiğini, bugün AK Parti tecrübesinin bu anlamda neye karşılık geldiğini; ancak bunların hepsinden daha önemlisi ‘Türkiye’nin farkı’nı konuşmakta geç kalıyoruz. Benzerliklere ya da karşılıklı etkileşime itiraz etmenin elbette pratik bir karşılığı yok. Ancak bu durum, Türkiye’deki İslami tecrübenin farkını konuşmamıza engel değil.
Yerlilikle yerelliği birbirine karıştıranlar veya Kürt siyasi hareketinde olduğu gibi gecikmiş ulusal devrimler peşinde koşanlar, bu tartışmanın dışında kalabilir; anlamaları da mümkün değil zaten.
Türkiye, farkını ilan etmedikçe operasyonlara açık bir ülke olmaya devam edecektir.