Aslında her gün yazmamız, konuşmamız gereken bir şeyi sadece 8 Mart’ta yazmak bana biraz tuhaf ve tutarsız geliyor. Ama galiba hiç yazmamaktan, böyle bir sorun yokmuş gibi davranmaktansa Dünya Kadınlar Günü’nü “fırsat bilemek” daha iyi. Yılda bir gün de olsa cinsler arasındaki eşitsizliğe değinmek, kendi cinsimizle, en çok da kendimizle yüzleşmek eşitsizliğin kaldırılmasına yardımcı olabilir.
Çünkü kadınların kadın oldukları için maruz kaldıkları şiddetten ayrımcılığa kadar pek çok sorun bizim icadımız. Onları sadece çok sevdiğimiz için öldürmek ya da evlerimize hapsetmekle kalmıyoruz, aynı zamanda yüz yıllar boyunca yarattığımız ve dayattığımız değerlerimizle onların bize “boyun eğmelerini”, bize “hizmet etmelerini” de sağlıyoruz.
***
Dünyanın gelmiş-geçmiş tüm erkeklerinin el birliğiyle yaratmış olduğu düzen kadınlara siyasete katılım hakkından tutun da eğitim hakkına, hatta bazen yaşama hakkına kadar pek çok hakkı fazla görüyor. Kadınları sevmeye başladığımız andan itibaren “kıskançlığımızla” bireysel boyunduruğumuz altına alıyor, onların hayatı, yaşam tarzı üstünde söz söyleme yetkisini kendimizde görüyoruz.
Cinsiyet eşitsizliği çok erken yaşlarda başlıyor, hayatın her anına ve yerine yayılıyor, ölümle bile bitmiyor. Ama neyse ki kadınların haklarını elde etmek için verdiği mücadele, bu mücadelenin bizim gibi ülkelerde modernleşmenin bir aracı ve taşıyıcısı olarak görülmesi, yıllar içinde bazı hakların kazanılmasına yardımcı oluyor. Bazen eşitleyici düzenlemelerle, bazen pozitif ayrımcılıkla haklar tescil ediliyor, ihlaline karşı koruyucu mekanizmalar kuruluyor.
Artık içselleştirdiğimiz, normal kabul ettiğimiz kimi sosyal ve siyasi pratikler aslında uzun soluklu mücadelelerin sonucunda elde edilmiş haklar. Fransa gibi insan haklarının, yurttaş eşitliğinin sloganlaştırıldığı büyük devrim geçirmiş bir ülkede dahi kadınlar oy verme hakkını 1944 yılında elde ediyor. İsviçre gibi bir ülkede ise kadınlar ancak 1971 yılında genel seçimlerde oy verme imkanına kavuşuyor.
Bugün neredeyse dünya çapında kabul gören 1979 tarihli Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesi Sözleşmesi (CEDAW) var. Sözleşmeye taraf olan devletler kadına karşı yasalarında ve geleneklerinde olan her türlü ayrımcılığı ortadan kaldırmak için çalışacaklarını taahhüt ediyorlar. Fakat ayrımcılık hala sürüyor, ayrımcılığı körükleyen geleneklerimizi değiştirmek için de yeterince çaba sarf etmiyoruz.
Hatta bazen farkında olmadan kadınları korumak adına ayrımcılığı kökleştirecek, derinleştirecek tedbirler alıyoruz. Kendimizi sorgulayacağımıza kadınları “özel muameleye” tabii tutmaya çalışıyoruz. Mesela onlar için ayrı otobüsler, ayrı parklar öneriyoruz. Oysa çözmeye çalıştığımız sorunun temelinde ayrımcılık var, kadınları kendimizden farklı görmemiz yüzünden onlar her türlü erkek şiddetine maruz kalıyorlar.
***
Yapmamız gereken kadınları ayrıştırmak, daha fazla farklılaştırmak değil Türkiye’nin öncülüğünde 2011 yılında imzalanan ve bu yıl içinde mekanizmalarının çalışması öngörülen Avrupa Konseyi’nin İstanbul Sözleşmesi’nin 12, 13, 14, 15, 16 ve 17’inci maddelerinde ifadesini bulan tedbirleri almaktır. Yani eğitimdir, kampanyalar düzenlenmesidir, tedavi programlarıdır.
Türkiye, imzalanmasına öncülük ettiği kadına karşı şiddetin önlenmesine yardımcı olacak bu sözleşmenin hayata geçmesi ve kadına yönelik şiddeti en aza indiren bir model yaratılması için çalışmak, kaynak ve siyasi zaman ayırmak zorundadır. Kadını ayrımcılığa tabii tutan, onu şiddetinin öznesi haline getiren biz erkekler eğitmelidir. Aksi takdirde daha çok kadın cinayetinin ardından ağlar, daha çok acılar çekeriz...