Bundan birkaç yıl önce bir Balkan ülkesinde üç cami imamıyla tanıştım. Bu bölgede cami imamları bizdekinden çok daha önemli bir görev yapıyorlar. Sadece dini görevlerin edası konusunda değil, her alanda birer toplum önderi olarak hareket etme mecburiyetleri var. Özellikle gayrimüslimlerle de yüzlerce yıldan beri iç içe yaşayan bu Müslüman toplulukların sosyal ve siyasi tutumlarına etki etme imkânları bizdeki cami görevlisi imam modeline göre çok daha fazla. Lafı uzatmayalım... Tanıştığım üç genç imamın üçü de nazik, cömert ve sıcakkanlı insanlardı. Türkiye’ye ve Türklere karşı da sempatileri vardı. Mamafih her üçü de selefi anlayışı benimsemiş ve dini konularda katı, şekilci ve anakronik bir bakış açısına sahip görünüyorlardı. Hatta sohbet arasında tütün içmenin haram olmayabileceğini söylediğim için bana şiddetle tepki gösterdiler ve bunu söyleyenin dinden çıkacağını ileri sürerek beni uyardılar.
Belirli bir coğrafyada özellikle son zamanlarda yükselişe geçen bir din anlayışını somut örnekler üzerinden gündeme getirmek için anlatıyorum bunları... Bahsettiğim üç genç imamın biri Mısır’daki ünlü Ezher Üniversitesinde okumuş, biri Ürdün Üniversitesi Şeriat Fakültesini, bir diğeri ise Suudi Arabistan’daki Medine İslam Üniversitesi Şeriat Fakültesini bitirmiş. İşin ilginç tarafı bu üç gençten en azından biri ilahiyat eğitimi almak üzere önce Türkiye’ye gelmiş, fakat burada her nedense fazla kalmayıp galiba Ürdün’e gitmiş. Diğer ikisinin aklına zaten Türkiye’de okumak hiç gelmemiş.
Dün Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez’in Hac için bulunduğu Mekke’de basın mensuplarıyla yaptığı sohbette söylediklerini okuyunca Türkiye’nin tarihi ve kültürel hinterlandı içinde yer alan bir ülkedeki o üç genç imamı hatırladım. İlahiyat eğitimi için gittikleri ülkelerden kendi coğrafyalarının tarihteki din tecrübesine çok uzak bir zihniyetle memleketlerine dönüp bu yeni din anlayışının misyonerleri olarak çevrelerindeki siyasi ve sosyal hadiselere yön vermekte olan üç genç imamı... “Eğer Türkiye’de eğitim almış olsalardı durum nasıl olurdu” diye düşündüğüm üç genç imamı...
Dünkü gazetelerde görmüşsünüzdür, Prof. Görmez İstanbul’daki 29 Mayıs Üniversitesini bir “Uluslararası İslam Üniversitesi”ne dönüştürmeyi planladıklarını açıklamış. Suudi Arabistan, Mısır, Malezya gibi ülkelerde bulunan uluslararası İslam üniversitelerinin “bugün Müslümanların karşı karşıya kaldığı sorunlara çözüm üretemediğini” söylemiş. Dahası, “buralardan çıkan âlimler pek çok yerde sorun çözmek yerine sorun oluyor” da demiş. Ama yine de o bildiğimiz kibarlığından dolayı az söylemiş bana kalırsa. Çünkü bugün İslam dünyasının karşı karşıya geldiği problemlere yönelik kalıcı ve kapsamlı çözümler üretilemiyor olmasının arkasında tarihsel ve sosyolojik temelli bir din anlayışının olduğunu söylemek lazım. Bu anlayışı besleyen ve güçlendiren faktör ise “İslami ilimler” alanında söz söyleme yetkisine sahip olduğu kabul edilen kesimin şekilci ve arkaik zihniyeti. Bahse konu üniversiteler bu zihniyeti üreten eğitim kurumları. Ayrıca ürettiklerini ihraç ettiklerini de göz önüne alırsanız buralarda öğretilen İslam anlayışının 15 asır önce Kuran ve Sünnet tarafından ortaya konulan ve 15 asırlık İslam geleneği içinde farklı biçimlerde yorumlara tabi tutulan “temel mesajlara” uygunluğunu sorgulamak son derece hayati bir görev. Bunu yapmak için ise meseleyi mümkün olduğunca geniş bir anlayışla ve “üniversiter” bir bakış açısıyla ele almak gerekiyor.
Türkiye’deki ilahiyat fakülteleri ve bu sahada çalışan bilim adamlarımız -dünya standartlarının olmasa da- İslam dünyasındaki standartların çok üstünde niteliklere sahipler. Her şeyden önce, bizim ilahiyat fakültelerinde belirli bir din anlayışı doğrultusunda eğitim ve araştırma yapılmıyor. Aksine farklı dinî anlayışları da objektif araştırma alanları olarak ele alınarak bilim yapılıyor ve eğitim veriliyor. Gerçi bizde de başka ülkelerdeki arkaik ilahiyat eğitimine özenenler yok değil. Geçtiğimiz aylarda İlahiyat fakülteleri müfredatından felsefe derslerinin çıkarılması için sergilenen girişimler sırasında bunu gördük maalesef. Ancak ben biliyorum ki ilahiyat fakültelerimizde görev yapan akademisyenlerin ezici çoğunluğu geniş düşünceli, üniversiter kafalı ve gerçekten donanımlı hocalar.
Bu kadrolara güvenerek hiç değilse kendi yakın bölgelerimizdeki Müslüman topluluklar açısından stratejik bir adım olarak düşünülen “uluslararası İslam üniversitesi” projesinin başarılı olacağına inanıyorum. Zaten bu toprakların bin yıllık tarihi içinde gelişen ve tasavvufla fıkhın, akılcılıkla nakilciliğin, Sünnilikle Şiiliğin tabiri caizse bir tür sentezini gerçekleştirerek oluşan özgün Müslümanlık anlayışının da bu yolda bir avantaj olduğunu söylemek lazım.