Dün Okan Üniversitesi tarafından Lozan’ı anmak amacıyla düzenlenen toplantılar dizisinde yapacağım konuşma için eski yazdıklarımı ve okuduklarımı karıştırırken bir zamanlar ne kadar çok coğrafyadan ve jeopolitikten bahsettiğimizi fark ettim. Çok değil bundan 20 küsur yıl önce bizim alanda Türkiye denince insanların aklına sadece coğrafyası gelirdi.
Türkiye yakın zamana kadar da Sovyet yayılmacılığının önündeki engel olarak görülürdü. Bu sayede Türkiye’yi yönetenler ülkenin çıkarlarını korurlar, o çıkarları ihlal ya da gözardı edebilecek “büyük” devletlerle pazarlık ederlerdi. Ellerindeki en önemli koz da Boğazlardı. Yoğun insan hakları ihlallerinin olan, ekonomisi yerlerde sürünen bir ülkenin dünyaya siyasi anlamda satabilecek pek başka bir şeyi yoktu.
***
Aslında Türkiye, Boğazlardan kaynaklanan gücüyle son iki yüz küsur yıllık tarihi boyunca pek çok sorununu çözmeye ve yönetmeye çalışmış, hatta Boğazları kontrol etmesi sayesinde “imparatorluğunun” ömrünü uzatmıştı.
Bab-ı Ali 1798’de Napolyon’un Mısır seferinin etkilerini Boğazları sayesinde hafifletebilmişti. Yine Boğazlarda Ruslara verdiği ve vereceğini söylediği tavizler sayesinde Mehmet Ali’nin isyanını payitahtına ve saltanatına zarar vermeyecek bir çözüme ulaştırmayı başarmıştı.
Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile iyice sınırlanan Boğazlar üstündeki egemenlik hakkı ancak 1936 yılında imzalanan Montreux Sözleşmesi ile yeniden kazanılmış, Sözleşme’nin savaş zamanında ve muhtemel savaş tehdidi sırasında Türkiye’ye tanıdığı haklarla Türkiye coğrafyasından kaynaklanan kozunu kullanabilmek imkanına kavuşmuştu.
1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılmasında, II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin kendini Almanya, Sovyetler ve İngiltere arasında bir yerlerde sürekli yeniden konumlandırmasında Boğazlar etkili olmuştu. Benzer şeyleri II. Dünya Savaşı sonrasında düştüğü yalnızlıktan çıkışı için de söylemek mümkün.
1946 başında ABD Türkiye’ye bakışını değiştirdiyse nedeni Soğuk Savaş’ın başlaması kadar İstanbul ve Çanakkale Boğazı ile Ege’nin kendileri açısından stratejik önemini kavramasıdır. Amerika’nın gönlü ve çıkarı Sovyetlerin Boğaz girişlerine üs kurmasına el vermemiştir.
Baku-Tiflis-Ceyhan hattının Türkiye üstünden geçmesinin nedeni de Boğazlardır. Eğer Türkiye Boğazlarını tanker geçişine kapatmak tehdidinde bulunmasaydı, ne şirketler ne de devletler böylesine pahalı bir yatırıma razı olurdu. Petrolün en ucuz olduğu dönemde en pahalı güzergah seçildi.
En ucuz güzergahın vanasını elinde bulunduran Moskova, Montreux Sözleşmesi’nin çözüşüyle tehdit edilmişti. Çıkarlarına hizmet ettiğine inandıkları, daha doğrusu yerine geçebilecek 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin boğazlara ilişkin hükümlerini beğenmedikleri için Ruslar ikna edilebilmişlerdi.
***
Tüm bunları niye mi yazıyorum? Hatırlatmak ve hatırlamak için. Türkiye’nin en zayıf olduğu zamanlarda bile coğrafyasından kaynaklanan kozlarıyla pazarlık edebildiğini, çıkarlarını koruyabildiği göstermek amacıyla. Dünya siyaset sahnesinde yalnız kaldığına ilişkin yorumları yüzünden. Hırçınlaşmamamız, kendimize güvenmemiz, var olan sorunlarımıza rağmen işlerin iyiye gittiğini görmemiz için.
Unutmayalım ki epeydir kimseyle coğrafi kozlarımız üstünden pazarlık yapmıyoruz. Modelimizi pazarlıyoruz, diplomasimizle ve ekonomimizle etkili oluyoruz. Sorunlarımızın çoğu demokrasi açığından, yeni Türkiye’nin eskisinin değerlerine sıkı sıkı sarılmasından kaynaklanıyor. Onları da daha fazla demokratikleşmeyle aşacağımıza eminim. Yeter ki Gezi Parkı hatalarını bir de ODTÜ kampüsünde tekrarlamayalım...