Abant Platformu, Türkiye’nin bütün bu değişim sürecinde bir tartışma, yön bulma ve sivilleşme platformu olarak markalaştı. Platform’da bu sene de, önümüzdeki günlerde de gündemde ağırlık kazanacak kimlik,
Türkiye’nin bölgesel aktörlüğü ve yeni Anayasa konuları konuşuldu.
İzninizle, yukarıda saydığım üç temel konuyu ekonomiden, yani temel olandan başlayarak ele almak ve bazı sonuçlara varmak istiyorum. Birincisi kimlik meselesi; yani bireylerin, toplumların, kavimlerin binlerce yıldan beri biriktirdiklerini, özlerini ifade etmeleri ve buna dayanarak geleceklerini, kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip olmaları. Şunu kabul etmeliyiz; 20. yüzyılın başında nasıl imparatorluklara dayalı sermaye birikim sistemi bitip ulus-devletlere dayalı sermaye birikim sistemi başladıysa şimdi de bu ikincisi bitiyor. Dolayısıyla kendini, özünü ifade etme sorunu ulusal aidiyetlerden çıkıyor ve etnik, dini, mezhepsel cephelere kayıyor. Bu çok doğal ve olması gereken bir süreç. Önemli olan burada ekonomiden başlayarak nasıl bir model önermeliyiz ki, bir Yugoslavya, yeni ‘Balkanlaşma’ örneği yaşamadan önümüzdeki dönemi kucaklayalım.
Tam burada Türkiye’nin bölgesel aktörlüğüne gelelim. Yukarıda demiştik ya; ‘ulus-devletlere dayalı sermaye birikim sistemi bitiyor’ diye. Burada kimsenin telaşa kapılmasına gerek yok, ulus-devlet modelinin tarihsel olarak bitmesi demek, bir devlet ve toplum geleneğinin tümden parçalanıp yok olması demek değildir. Ama mesela en somut örnek olarak, şimdiye dek bildiğiniz ulus-devlet sınırlarının -ilk aşamada- de facto olarak ortadan kalkmasıdır. Zaten bunu öteden beri yaşıyoruz. AB’de bir ülkeden bir diğerine giderken farkına varmadan geçiş yapmış oluyorsunuz. Bu kriz sonrası ülkeler arası bölgesel gümrük birlikleri hatta parasal birlikler süreci hızlanacak. Yalnız malların ve sermayenin serbest dolaşımı değil, beşeri sermayenin de -insanların- serbest dolaşımı giderek artacak. Bu güçlü bir ekonomik entegrasyondur. Bu ekonomik entegrasyon, bu bütünleşmeye uygun bir hukuki üst yapıyı örecektir. Örneğin uzunca bir süredir sınır aşan sular ya da paylaşılan doğal kaynak kavramları tartışılıyor. Bu kavram(lar) uluslararası niteliğe haiz kaynaklardan, devletlerin birbirlerine zarar vermeden azami faydayı sağlamalarının adımı olarak ortaya atıldı. Bu konuyla ilgili uluslararası hukukta yoğun tartışmalar oluyor.
Örneğin Musul-Kerkük ya da Hazar enerji kaynakları. Bu kaynaklar, şimdiye değin bölge halklarına zenginlik ve refah sağlamadı ama şimdi bu kaynakların binlerce yıldır üzerinde yaşayanlar doğal zenginliklerini değerlendirmek istiyorlar. Enerji kaynaklarının en güçlü ve tabii silahlı devlet(ler) tarafından değerlendirilmesi ve kullanılması bundan böyle söz konusu olmayacak. Mesele AB müktesebatında üye ülkelerin enerji tedarikinde çeşitlendirmeye gitmesi, yüzde 50’den fazla alımı tek bir kaynaktan karşılamaması şartı var. Ama bu uygulanmıyor. İşte Türkiye gibi ülkelerin -bir sömürgeci geleneği olmayan ülkelerin- bölgelerinde güçlenmeleri ve doğal kaynakları alternatif araçlarla dağıtmaları çok önemli. Bu, aynı zamanda, gerçek anlamda piyasa mekanizmasına adımın başlangıcıdır. Devlet tekellerinin ve onların dar ulusalcı çıkarlarının olmadığı bir ekonomi ve toplum, hiç şüphesiz kavimlerin, toplumların kendilerini en iyi ifade ettiği, dinlerini özgürce yaşadığı, geleneklerini ve dillerini yaşattığı toplumdur.
Bu, hem bütünleşmedir hem de binlerce yıldan beri gelen kimliğin özgür ifadesidir. İşte gördünüz mü; kimlik meselesi ile ekonomi ve ‘bölgesel’ aktörlüğü yanyana getirmiş olduk. Gelelim işin teorik kısmına belki şu örnekle özetleriz:
Ulus-devletten liberalizm çıkmaz!
Kapitalizmin, liberal iktisatçıların yıllar önce yazdıkları teorik çerçeveyi uygulamaktan başka çaresi kalmadı. Örneğin liberal iktisadın ve Avusturya okulunun en önemli temsilcisi Mises, devletin piyasaya müdahalesini ve kısıtlamaların hikayesini anlatırken çarpıcı bir örnek verir: ‘Eğer devlet yeni icatlar için monopol fiyatlara karşı çıkarsa, patent vermeyi durdurmalıdır. Önce patent verip ardından patent sahibini rekabet fiyatından satmaya zorlayarak gelirinden yoksun bırakmak saçmadır.’ Burada Mises’in gelir diye bahsettiği ‘şey’ teknoloji rantıdır. Yine Mises, devletin hem kartellere karşı çıkıp hem de karteli yaratan gümrük vergisi uygulamasını da samimi bulmaz. Aslında Mises’in dramı kapitalizmin ulus-devlet modelinin ya da aşamasının dramıdır. Ana ekol liberal iktisat anlayışı, hem örtülü olarak ulus-devleti savunur; hem de liberalizmi. İşte şimdi ikisinin aynı anda olamayacağı ortaya çıktı. Bu aynı zamanda hakim iktisat teorisinin de krizidir. Evet, kriz eski teorilerde, eski hukuk sisteminde... Ama değişim durmuyor. İşte bütün bu değişimi önemli ölçüde üstlenecek, dünyanın en dinamik bölgesindeki merkez -eksen- ülkelerden birisi olan Türkiye’nin atacağı ilk adım şüphesiz demokratik bir Anayasa’dır.