Yukarıdaki başlık, ana muhalefet partisinin farklı sözcülerinin sıklıkla dile getirdikleri bir iddia. Bu yaklaşımın nevi şahsına münhasır tabiatı ve cesareti, Türkiye’de değişim tartışmasındaki aktörlere dair fazlaca fikir vermektedir. Zira ortada sadece değişim karşısında afallamış, mantıksal ve söylemsel asgari tutarlılıktan bile istifa etmiş bir yaklaşım bulunmuyor. Aynı zamanda oksimoron bir siyasi özne olma hâli var.
Öyle ki, olmadığını iddia ettikleri ‘anayasa sorununa’ karşın, temizlenmesi gereken bir darbe hukukundan bahsedebiliyorlar. Bunda da şaşılacak bir durum bulunmuyor. Nihayetinde şunun şurasında beş-altı yıl önce de “başörtüsü sorunu yok, Türkiye’nin irtica sorunu var” diyorlardı. Olmadığını iddia ettikleri ‘asırlık vesayet rejimi marazları’ bir bir ortadan kalktıkça, siyaseten anlamlı bir çizgiye gelmek yerine, darbe rejiminden geriye ne kaldıysa ‘son nöbetçi olarak’ başında gönüllü olarak bitiverdiklerini görüyoruz.
Aynı şekilde, Türkiye’de -gerçekten iyi veya kötü işlemesinden bağımsız olarak- bir ‘parlamenter sistemin’ olduğuna da ciddi ciddi inandıklarından olsa gerek; sadece hükûmet sistemi sorunu olmadığını düşünmekle kalmıyorlar, olmayan parlamenter sistemin güçlendirilmesinden de yanalar. Bir sahnede yasama ve yürütme ilişkisindeki yapısal sıkıntılardan şikâyet ediyorlar, başka bir sahnede cumhurbaşkanının yetkilerinden.
Bir an için bu müştekileri ciddiye alsanız, itiraf etmeseler de bir hükûmet sistemi sıkıntısından bahsettiklerini bile düşünebilirsiniz. “Böyle mi?” diye yanlışlıkla sorguladığınızda ise cevap olarak “yasama, yürütme ve cumhurbaşkanlığı çapraz ilişkileri ve yetki akışları kabul edilemez ama hiçbir şeyi değiştirmeden bütün bu ilişkileri değiştirelim” şeklindeki ilginç öneriyle karşılaşıyorsunuz. Bu oldukça ilginç beklentiyi sorgulamaya cüret ederseniz de, nafile bir çaba göstermiş olursunuz. Çünkü darbe anayasasına dokunmadan darbe hukukunu -ne demekse- ortadan kaldıracağını düşünen mucizevi yaklaşımla karşılaşıyorsunuz.
Benzer şekilde, yedi yıl önce Cumhuriyet tarihinde ilk kez Kürt meselesi ile yüzleşme cesareti Meclis’te ortaya konulduğunda fanatikçe karşı çıkışları ve “analar ağlamasın mı?” mottosuyla kayıtlara geçen Dersim Katliamı savunuları hafızamızda henüz çok taze. Bugünlerde ise Kürt sorunu üzerine geç kalmış beylik lafları da aynı ağızlardan sık sık duyar olduk.
Sorunun patent hakkına sahip bir parti olarak Kürt meselesi ile ilgilenmelerine şaşırmayabiliriz. Lakin ‘ilk üç madde’ mevziine kadar irtifa kaybeden neo-Kemalizm’in, hem darbe anayasasına nöbet tutup hem de Kürt meselesine dair anlamlı bir aktör olabileceğini düşünmesi de, benzer bir oksimoron siyasi dünyanın konforlu nimetlerinden olsa gerek. Öyle ki, ilk üç madde sadece içeriğindeki billurlaşmış vesayet rejimi özeti olmasından değil, “değiştirilmesi dahi teklif edilemez” olmasından dolayı da CHP’ye dair başka söze gerek bırakmayacak bir cevap anahtarı niteliğinde.
Gelinen noktada, Türkiye’nin bir anayasa sorunu olmadığını söyleyen bir aklın aslında ilan ettiği durum, kendisi açısından siyasetin sonudur. Darbe anayasasından şikâyet etmeden, hatta arzulu bir şekilde yeni bir anayasa istemeden anlamlı bir siyasi aktör olmak da fiilen imkânsız hâle gelmektedir. Tam da bundan dolayı, CHP’nin şikâyetlerinin bundan sonra bir anlamı kalmamaktadır. Zira kendi eliyle şikâyet ettiği bütün başlıklarda temelden bir değişimin yaşanmamasını da arzuladığını ilan etmiş durumdadır.
Bu manzaranın tek olumlu yanı, -ağır bir yük olsa da- AK Parti’nin milletin tamamı adına anayasa teklifini hazırlamasındaki meşruiyet temelinin tahkim edilmesidir. CHP’nin oksimoron siyasal dünyasına rağmen, Türkiye’nin en temel sorunu olmaya devam eden anayasa sorunsalına AK Parti’nin bütün milletin özümseyeceği çözüm teklifi gündeme gelecektir. O gün geldiğinde, benzer bir siyasetsizliğe milletin de vereceği bir not elbette olacak!