Derler ki Yunanlılar başkaları için efsâneler uydurup sonra onlara en çok kendileri inanırlar.
Bana kalırsa Türkler de kendilerine dâir efsâneler uydurup onlara ilkönce kendileri inanan bir millet.
İşin tehlikeli yanı arkasının da gelmeyişi... Yâni kendilerinden sonra başka inananlar da çıksa belki katlanılır ama gelmiyor.
Bu tutumun bâriz örneklerini en kolay kendi hakkımızda yazdığımız târih kitablarında görürüz.
Oralarda meselâ Avrupalıların, artık onlar her kimler ise, Türkler için “Türk gibikuvvetli” tâbirini kullandıkları ve bunun bütün Batı dillerinde neredeyse ortak bir sembol anlamına geldiği yazılıdır.
Ben yaklaşık 55 yıldır aralarında yaşıyorum ama daha ömrümde Allâh için tek bir Alman, Fransız, Belçikalı veyâ bilmemkimin “Fort comme un Turc” yâhut “Stark wie einTürke” veyâ “Strong just like a Turk”, “Forte como un Turco” filan dediğini işitmedim.
İşitmediğim gibi üstelik deneme mâhiyetinde denk getirip kendim söylediğim zaman da genellikle bir kikirdemeden gayrı tepki almadım.
Evet, biz çok kahraman bir milletiz ama, el insaf yâni, Stalingrad’da yiyecek fâre eti bile bulamadan o günlerin en modern ve en iyi eğitimli savaş makinası olan Alman Ordusu (Wehrmacht) karşısında 900 gün destan yazan ve şehri vermeyen Ruslar kahraman değil mi?
Yine aynı Wehrmacht ülkelerini ezip geçmiş ve üstelik handiyse eli silah tutan bütün erkekleri temizlemişken yine dört yıl dişiyle tırnağıyla vatanlarını savunan Polonyalılar, Yunanlılar, Sırplar ödlek mi?
Onun için ben her vesîleyle derim ki kendimizi dev aynasında, başka milletleri ise dürbünün ters tarafından seyretmeyi bırakalım.
Ne demişler:
Sezarın hakkı Sezara...
Bu elbet tek yönlü bir yol değildir.
Bizler “onları” dâimâ ya gözümüzde büyütüp ya da olduklarından aşağı görüyoruz anlamına gelmiyor.
Bizi olduğumuzdan küçük görmek, aşağılamak ve bize dâir iftirâlar uydurmak; Batılıların öteden beri rağbet etdikleri metodlardandır.
Henüz yirmisine yeni girmiş çok tecrübesiz bir üniversiteli olarak Almanya’ya ilk gitdiğim/geldiğim zaman, Türkleri yerlere göklere koyamadıklarını sanıyordum. Hakıykatle yüzyüze gelmenin benim için nasıl bir kültür şoku anlamına geldiğini, bizzat yaşamayanın tasavvur etmesi zordur.
Oysa meselâ Araplar, Farslar ve diğer Şarklılar hakkındaki kanaatleri, kıyas bile kabûl etmeyecek kadar olumluydu.
Bunun sebebleri üzerinde epeyi kafa yormuşluğum vardır.
Bizim “onlar”a dâir aşırı olumlu yâhut aşırı olumsuz uçlar arasında gidip gelen kanaatlerimiz nasıl Batı’ya karşı duyduğumuz derin bir aşağılık duygusundan ileri geliyorsa onların bize karşı duyduğu aşırı olumsuz kanaatin köklerinde de yine derin bir aşağılık duygusunun tortuları var.
Bizler gerçi son ikiyüz yıl boyunca Batı’dan kötek yiye yiye bir hâl olduk ama daha önceki asırlarda durum bunun aksiydi.
Ne demişler? Etme bulma dünyâsı.. .Bugün ben ona, yarın o bana... Veyâ dün ben ona, bugün o bana...
Oysa öbür Şarklı milletleri hep yendikleri için onlarla bir problemleri yok. Onların bunlarla var o başka.
Öte yandan karşılıklı ilişkilerin epeyi kıdemli ve dikkatli bir izleyicisi olarak son yıllarda gitgide belirgin bir şekilde saptadığım bir değişimden sözetmeden de geçemeyeceğim:
Avrupa’nın Türkiye algısında olumluya doğru giderek ivmesi artan bir değişim var.
Bu tabii tesâdüfî bir değişim değil.
Türkiye’nin özellikle son on oniki senedir hızla değişmesi ve neredeyse yarım asırdır âdetâ hâfızasından sildiği “dış politika” kavramını, biraz zor da olsa, tekrar hatırlayarak gereğini yapmaya başlaması, Batı’daki bu “intibâh”ın hiç şübhesiz en güçlü tetikleyicilerinden biri oldu.
Ayrıca ferd başına yıllık millî gelirini, akıllara durgunluk verecek bir performansla 3.200 Dolardan 11.300 Dolara yükseltmesi de fevkalâde şiddetli bir etki yaratdı.
Düşünmeli ki daha dünün enternasyonal dilencisi Türkiye bugün yeryüzündeki muhtelif ülkelere (şimdilik!) toplam iki milyar Dolarlık kalkınma yardımı yapan bir devlet pozisyonuna gelmişdir.
Siz bakmayınız aramızdaki “profesyonel” karamsarlara!
Onlar Türkiye’nin her yapdığını istihfafla karşılamayı “aydın” olmanın temel şartlarından biri zannederler.
Aralarında çok uzun zaman yaşadığım ve hâlâ bir çoğuyla da yakın arkadaş olduğum için ne mal olduklarını iyi bilirim.
İyi bilirim, çünki ben kendimin ne mal olduğunu iyi bilirim, onları mı bilmeyeceğim?
O bir hâlet-i rûhiye ve yaşama stilidir.
Galatasaray’la Gümüşsuyu ve Cihangir’le Tepebaşı arasında da iyi gider.
(Ah, şimdi keşke ben de oralarda olsam!)
Mâmâfih siz onları boşverin ve benim dediğime inanın:
Türkiye iyi gidiyor!
Hem öyle enikonu da değil, bayağı iyi gidiyor...