Türk-Arap ilişkileri, ortak tarihsel geçmişi irdelemeden ve kavramadan sağlıklı bir zemine oturtulamaz. Türk-Arap ilişkilerini her iki dünya savaşından sonra belirleyen en önemli etken, Türkiye’nin Batı’yla siyasal uyumu, daha doğru bir deyişle, Batı’nın toplumsal, siyasal ve kültürel düşüncelerini benimsemesi olmuştur. Aslında tarih boyunca bölgedeki bir ya da birkaç ülkenin Batılı bir güçle uyumu, Türk-Arap ilişkilerini olumsuz etkilemiştir. Örneğin Mısırlı Mehmet Ali Paşa’nın Fransa’nın kanatları altına girmesi, ondokuzuncu yüz yılın başlarında Mısır’ın Osmanlı’dan fiilen ayrılmasına yol açan ve İngilizlerle Fransızların bölgeye girerek sonunda egemenliklerini ilan etmelerini sağlayan tek önemli nedendir!
Sultan II. Abdülhamid emperyalizm ve Batı karşıtı anlamlar taşıyan Panislamcı bir yol seçince Araplar, genellikle de Arap kültürü, Osmanlı tarihinde görülmemiş bir biçimde önem kazandı. Ama en önemlisi Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkmasında itici bir güç oluşturdu. Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Suriye’yi fethettiği 1517’den 1860’a değin, yani Mehmet Ali Paşa’nın saraya meydan okumasına ve Fransa’nın yoğun baskısıyla Cebel-i Lübnan’ın kısmi özerklik kazanmasına değin Osmanlı açısından Arap sorunu pek önemsenmezdi. Osmanlı gözlerini Kafkaslar’a, Orta ve Güney Avrupa’ya çevirmişti. Böylece de Ruslarla Avusturyalılar’ın Ortadoğu’ya doğru ilerlemeleri durduruldu ve Osmanlı 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgali dışında en azından yabancı müdahalesi açısından, Arapların göreceli de olsa barış içinde yaşamalarını sağladı. Araplar on dokuzuncu yüz yılın ikinci yarısına dek Osmanlı ordusuna da alınmadı. Dahası Bağdat, Basra ve Yemen dışında Araplar büyük oranda bir öz-yönetim ve Osmanlı yetkileri açısından müdahale edilememe hakkına sahipti.
Türk Arap ilişkileri, Avrupa’dan da esinlenen, Türk ve Arap düşüncesine egemen olan laiklik ve milliyetçiliğin ortaya çıkmasıyla ve gün gelip de panislamcılığın dağılmasıyla belirlendi. İttihatçıların çok-uluslu Osmanlı toplumunu bürokratikleştirme amacıyla toplumu merkezileşmiş milli bir Türk devletine dönüştürmesi ve bunu geçerli kılmak için laikliği kullanmasının ardından, Arap kültürel ve dinsel mirasına karşı çıkıldı. Bütün bunların sonucu bizi 1916 Arap ayaklanmasına ve milliyetçi duygular yerine ganimet tutkusuyla Arapların Osmanlı askerlerini arkadan vurarak katletmelerine, yaralılarıysa öldürmelerine götürdü.
Cumhuriyet ulusal ve laik bir bir çağdaşlaşma siyaseti izledi. Şeriat mahkemeleri kapatıldı, Arap alfabesi yerine Latin alfabesi benimsendi. Derken 1924’te Halifeliğin TBMM’ye devredilmesi Araplarda büyük bir güvensizliğe neden oldu. İsmet Paşa ve yandaşları çağdaşlaşma yolunda en önemli engel olarak İslam’ı ve Arap kültürünü gördü ve bunu açıkça söyledi. Öte yandan Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal’in çağdaş bir devlet kurması, Müslüman dünyasında, hele de genç Araplar arasında hayranlık uyandırdı. Mustafa Kemal sonraları, Camel Abdül Nasır’ın Mısır’da Mucibür Rahman’ın Bangladeş’te açıkça söyledikleri gibi aydınlanmanın simgesi haline geldi.
Bütün bunlar ve yıllar sonra Bağdat Paktı’ndan Türk-Amerikan ilişkilerine, NATO’ya CENTO’ya bağlılık yemini eden darbecilere kadar Türk-Arap ilişkilerini belirledi. Konu çok uzun ve ayrıntılıdır. Türk-Arap ilişkilerinde İsrail’in rolü de belirleyici oldu elbette. Bütün bunları başka yazılarda irdeleyeceğiz elbette; dünü anlamadan bugünü anlamak ve de yarına ışık tutmak mümkün değildir çünkü.