Türkiye’nin hemen doğusundaki komşusu, yakın tarihte dünyayla nükleer program üzerine anlaşmaya vardı. Herkesin bildiğini düşündüğümüz bu gerçeği ve gelişmeyi bir kez daha hatırlatmak gerekiyor. Zira Ankara açısından hiçbir şey bu anlaşmadan sonra eskisi gibi olmayacak.
İran’la beş artı bir ülkeleri olarak tabir edilen güçler arasındaki anlaşmanın, bölgemizdeki güç dengelerini değiştireceği üzerinde hemen herkes ortak görüş belirtiyor. Hatta bu anlaşmanın tarihi ve zamanlamasının bizzat bu dengeleri değiştirmek üzerine kurgulandığını söylemek abartılı olsa da gerçekle hayli yakın sayılabilir.
Nükleer anlaşmanın dünyaya sunulan barış imajının, gerçekle ilgisi olmadığı çok açık. Anahtar tespitlerden birisi, bölgeye yabancı yatırımcıların akın etmesi olabilir. Çünkü devrimden bu yana dünyayla ilişkisinde dolaylı yöntemlere mahkum edilen İran için bu yeni durum büyük bir fırsat gibi görünüyor. Ancak daha büyük resimde, asıl dünyayı yönetenler için İran’ın ‘büyük fırsat’ olduğunu görmek gerekiyor.
İran, barış masasına doğru giderken, savunma hattını kendi topraklarının dışında kurarak, belki de en büyük manevra alanını oluşturdu. Coğrafi anlamda siyasi sınırları ve etrafı üzerinden değil, daha çok Şiilik üzerinden kendisine böyle bir alan açtı. Dolayısıyla Tahran’la kavga ya da müzakere etmek isteyenler, kendilerini bir anda Beyrut’ta, Şam’da veya Sana’da buldular.
Bu konu neden bu kadar önemli? Nükleer anlaşmanın, ticari anlamda dinamizm sağlamakla birlikte, aleyhine işlemese beklenen ülkelerin başında Türkiye geliyor da ondan elbette. Bölgeye yönelik yabancı yatırımcı akını, dolaylı olarak bizi etkileyeceği gibi, Türk yatırımcılar açısından da İran önemli bir cazibe merkezi haline gelebilir. Ancak dünyayla özellikle teknolojik anlamda daha fazla entegre olan bir İran, daha uzak gelecekte Türkiye’nin hemen her pazarda rakibi haline de gelebilir.
Ancak aleyhte diye tabir ettiğimiz başlık, bölgesel dengeler kurulurken Ankara’nın Tahran’ın gerisinde kalması olarak öne sürülüyor ki, neresinden bakarsak bakalım bu hayati tartışmayı daha fazla önemsemek gerekiyor. Az önce Şiilik başlığı altında açtığımız konu, Irak ve Suriye denkleminde zaten ciddi bir sıkıntı olarak karşımızda duruyor. Ankara-Bağdat hattında Şii ağırlığının ve varlığının artmasının, Irak politikasının gözden geçirilmesini önümüze getireceği çok açık.
Ancak bundan daha büyük başlık Suriye. Devrimden sonra Tahran yönetiminin kendisine yakınlaştırdığı ve oradan da Lübnan’ı adeta kontrolüne aldığı bir konuma sahip komşu ülke. Şimdi yaşanan iç savaşta, İran hiçbir tartışmaya kapı açmayacak düzeyde ve netlikte Beşar Esad rejminin yanında duruyor ve Rusya’nın denklemdeki varlığı ile bu tezini ayakta tutuyor.
İran’ın Suriye politikasını, Şiilik üzerinden oluşturulmuş bir alan ya da ittifak olarak görmek tam anlamıyla doğru olmaz. Suriye’deki Nusayrilik ve İran Şiiliği arasında böyle bir yakınlık ve bütünleşmeden söz etmek elbette abartılı olur. Ancak 1980’ler itibarıyla başlayan yakınlaşmanın, İran’a Lübnan üzerinde sağladığı manevra alanı, hatta Hamas başta olmak üzere Filistin konusunda sunduğu inisiyatif, Tahran-Şam hattını ciddi bir ittifak zeminine oturttu.
Şimdi bölgede dengeler yeniden kurulurken, özellikle de Türkiye iç dengelerinde sarsıntı yaşarken, İran açısından Suriye çok tehlikeli bir avantaja dönüşmüş durumda. Bizim Suriye üzerinden yaşadığımız sorunları alt alta yazarsak, bunların neredeyse tamamının İran’ın avantaj hanesinde olduğu görebiliriz.
Yeni dönemde bu sürece daha fazla dikkat etmek gerekiyor.