Amerikan seçimlerinden önceki iki haftada ABD’de idim. Yolum bu ülkenin kuzeybatı ucundaki Seattle’a da düştü. Ve bir vesileyle, bu şehri merkez edinmiş olan Microsoft şirketinde çalışan genç Türklerle sohbet imkanı buldum.
Laf lafı açtı. Ve konu benim en çok merak ettiğim meseleye geldi: Şirket kültürü ve iş zihniyeti. “Buradaki zihniyet ile Türkiye’deki arasında ne gibi farklar görüyorsunuz” deyince, “bir dokun, bin ah işit”lik bir soru sorduğumu anladım. On yıl boyunca Microsoft’ta çalışan, sonra bir süre Türkiye’ye dönüp de büyük sıkıntı yaşayan bir yazılım uzmanı şöyle dedi:
“Türkiye’de kafayı verimliliğe değil de disipline takmış bir iş kültürü var. Burada ise sizin sadece verimli olmanız isteniyor ve bunun için gereken her türlü rahatlık sağlanıyor.”
“Nasıl yani” diye sorunca ben, aynı arkadaş devam etti:
“Mesela Microsoft’ta çalışma saatlerimiz çok esnek. Ben istersem öğleye doğru gelirim ofise, erkenden de çıkarım. Hatta hiç gelmem, evde çalışırım. Mühim olan bana verilen projeyi iki hafta sonra mükemmel biçimde teslim etmemdir. Türkiye’de ise işverenlerin en çok dert ettiği mesele sabah 9’da ofise girip akşama kadar orda oturup oturmadığınız. Bunun hesabını tutuyorlar dakika dakika! ”
Yine acı bir “Türkiye tecrübesi” yaşamış olan bir diğer Microsoft çalışanı Türk, şöyle dedi:
“Türkiye’deki müdür, bilgisayarlarımızın ekranlarının hepsinin aynı tarafa bakmasını istiyordu. Adamın derdi buydu! Burada böyle bir şey kimsenin aklına gelmez bile.”
Otorite ve itaat
Bunları dinlerken bir kez daha fark ettim ki, biz “otorite, disiplin, itaat” gibi kavramlara fazlasıyla önem veren, buna karşı “özgürlük, rahatlık, yaratıcılık” gibi kavramları arka plana atan bir toplumuz.
Sadece iş dünyasında değil, her alanda. Okullarda, örneğin, öğrencilerin saçıyla, başıyla, kıyafetiyle ilgilenen, bunları disipline etmeyi kafasına koymuş “çatık kaşlı müdür” tipi yaygındır. Bu tip, öğrencilere ödev verdiğinde de, hepsi birbirine benzeyen basma-kalıp kompozisyonlar ister, “çocuklar, farklı bir şeyler yazın, beni şaşırtın” demez.
Çünkü öğrencilerden istenen, farklı şeyler üretmeleri ve bu yolla kendi bireysel yeteneklerini keşfedip geliştirmeleri değildir. Aksine, topluca “hizaya girmeleri”dir; askeri “rahat-hazır ol” komutlarıyla okul bahçelerinde düzenlenen gergin “bayrak törenleri”nde olduğu gibi.
Bu zihniyetin siyasetteki yansıması ise, otoriteyi ve ona sadakati kutsayan itaatkar kadrolardır. Bu kadrolar, sağ partilerde, yaşayan bir lidere mutlak bağlılıkla kendini gösterir. Dolayısıyla parti içi demokrasi ve çok seslilik hep zayıf kalır.
Kemalist partilerde durum daha kötüdür: Orada “ölümsüz” olduğunda ısrar edilen ölü bir lidere mutlak itaat göstermek ve “onun yolundan sapmamak” en büyük değerdir. Temel mesele, “yeni fikirler geliştirmek” değil, eski fikirlerden “ödün vermemek”tir.
Her alanda kendini gösteren bu otoriter kültürümüzün acı bir sonucu vardır: Türkiye pek yaratıcı bir toplum değildir. Son yüzyılda dünyaya kazandırdığımız düşünce, sanat, bilim veya teknoloji ürünü yok gibidir. “İcat çıkarma”nın kötü bir kavram olarak dile yerleştiği ülkemizden, ne yazık ki, pek icat çıkmamaktadır.
Bu acı gerçek ise, son on yılda gerçekten büyük bir hamle gerçekleştiren Türkiye’nin önünde büyük bir set olarak durmaktadır.
Eğer dünyada daha da etkili, merkezi ve müreffeh bir toplum olmak istiyorsak, bunu söz konusu otoriter zihniyetle (ve ona sıkça eşlik eden hamasetle) yapamayız. Önümüzü açmanın tek yolu, ancak daha fazla özgürlük, bireysellik ve adil rekabettir.