Gezi Parkı krizinin tozu dumanı yavaş yavaş dağılıyor. Umarım daha da dağılır, toplumca yeniden huzura kavuşuruz. Dahası, bu sükunet sayesinde, belki olayın daha sağlıklı bir değerlendirmesini yaparız.
Belki bir katkı sağlar diye, benim olayı nasıl yorumladığımı ve nerede durduğumu bir özetleyeyim.
Evvela belirteyim ki, AK Parti, benim için hâlâ Türkiye’nin başına gelmiş en iyi şeylerden biridir. (Merhum Menderes ve Özal dönemleriyle birlikte.) Hükümetin politikalarının büyük kısmını halen destekliyorum. Kimi sol liberallerin aksine, ne TOKİ’yle, ne Topçu Kışlası’yla, ne “operada mescid”le, ne de Suriye politikasıyla bir sorunum var. Açılımları ve çözüm sürecini alkışlıyorum.
Ancak aynı AK Parti hükümetinin Gezi Parkı krizini hem yanlış yorumladığını hem de kısmen yanlış yönettiğini düşünüyorum. Zaten ikinci hata, ilkinin sonucu.
Doğru teşhis
Peki nedir bu yanlış yorumlama?
Olayı bir toplumsal öfke patlaması olarak değil de bir “darbe girişimi” ve “küresel komplo” olarak anlamak. Bunun sonucunda da, öfkeyi yatıştırmak yerine, daha da artıran bir sertlik göstermek.
Bu reaksiyonun anlaşılır sebepleri var tabii: AK Parti ve onun sahiplendiği siyasi gelenek, o kadar çok darbe girişimi ve arayışına maruz kaldı ki, bu konuda epey “huylu” hale geldi.
Ama bu sefer eski refleksleri ofsayta düşüren yeni bir realite var ortada.
Bir kere sahnede asker yok. “Ordu + Gençlik” formülü yok. “Kapatma davası” gibi bir “yargısal darbe girişimi” de yok.
Aksine, eskiden darbeler yapıp hükümetler deviren “devlet”, bugün hükümetle adeta özdeş durumda.
Buna karşı sokağa çıkan güç, kitleler. Bir şekilde iktidara tepki duyan kitleler.
Aralarında vandalların, salgırganların, İslamofobik serserilerin bulunduğuna kuşku yok. Ama bu suçlulara işaret ederek “işte bunlar, bu!” derseniz, yanılırsınız. Haksızlık da edersiniz. Göstericilerin büyük kısmı barışçıl çünkü.
Birbirlerine “Olay Gezi değil, hala anlamadın mı” demeleri de, bir darbe ispatı değil. Çünkü, evet, Gezi sadece bir kıvılcım ve çok daha büyük protesto hareketi bu: Polis şiddetine ve hükümet üslubuna. “Otoriterleşme”ye veya “yaşam tarzına müdahale”ye.
“Kimin yaşamına dokunulmuş ki” diye sorabilirsiniz, haklı olarak. Ama adamlar, hükümet cenahından gelen kimi mesajları yanyana getirdiklerinde bir karışma niyeti sezinliyor. Teskin etmek, hükümetin işi.
Komplo meselesi
Peki ya dış mihraklar?
Beni okuyanlar bilir: Dünyanın hiç bir yerindeki toplumsal olayları komplolara bağlamam. Bizim coğrafyadaki komplo teorisi tutkusunu da bir hastalık, bir “zihin durdurucu” olarak görürüm.
Nitekim AK Parti’nin yükselişini “ABD’nin ılımlı İslam projesi”ne bağlayan Kemalistlere hep karşı çıktım. Arap Baharı’nı CIA tertibi sayan ulusalcılara da karşı çıktım.
Son on yıldır ulusalcılardan duyduğum komplo teorilerinin benzerleri son bir ayda muhafazakar cenahtan gelince de “aaa evet, bu sefer çok doğru” diyecek halim yoktu.
Bu konuda baştan beri ısrar etmemin sebebi ise, komploculardan işaret almam değil. Komplo algısının hep yanlış adımlar attırdığını düşünmem.
Bu, tüm Batı dünyasının “masum”, iyi niyetli ve objektif olduğu anlamına gelmiyor elbet. (Öyle dediğimi sananlar oldu.) Aksine, AK Parti’ye zaten düşman olan ideolojik çevreler var Batı’da ve bu süreci fırsat bildiler.
ABD’de yaşayan mütedeyyin akademisyen Mücahit Bilici, iki cümleyle gayet iyi özetlemiş tüm bu tabloyu:
“Hata yaparsan, düşmanların bunu kullanır. Düşmanların var diye hatana alkış tutmak, sana zarardır.”
Çarşamba devam edelim.