Avrupa, Türkler için geçici bir heves değil, yüzlerce yıllık bir hedeftir. Türkler hem siyasi, hem de nüfus hareketleri olarak eski çağlardan bugüne hep Batı’ya yönelmişlerdir. Bu yöneliş zaman zaman fetihler şeklinde olduysa da, Türkler zamanla bu kıtanın misafirleri ya da istilacıları olmaktan çok doğal bir parçası haline gelmişlerdir. Kısacası Avrupa Türklerin de yaşam alanıdır, vazgeçemeyecekleri vatanlarıdır. Bunun ötesinde günümüz Türkiyesi dış ticaretinin neredeyse yarısını AB ülkeleri ile yapmaktadır. Üstelik Çin ve Rusya ile karşılaştırdığımızda AB ülkeleri ticaret fazlası verebildiğimiz ülkelerdir. AB ile ilişkilerimiz sadece ticarette değil, kültürel ve siyasal alanda da kârlı çıktığımız ilişkilerdir. Pek çok defosuna rağmen Avrupa hâlâ Türkiye’nin medeniyet değerlerini güçlendirebileceği, örnek alabileceği pek çok değeri ifade etmektedir.
***
Soğuk Savaş yıllarında Türkiye AB’ye (o zamanki adıyla AET’ye) tamamen stratejik nedenlerle alınmak istendi. Yoksa Almanlar da, Fransızlar da Türkiye’yi ne gelişmiş bir ülke saydılar, ne de gerçek bir Avrupalı. Sovyet tehdidi Türkiye’ye AB yollarını açarken, tehdidin yok olmasıyla, yani Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte Türkiye’ye karşı gerçek niyetler de su yüzüne çıkmaya başladı. 1990’lı yıllarda önce Türkleri oyalamaya çalışan AB, diğer taraftan Doğu Bloku’ndan çözülen ülkeleri tam üye olarak almanın telaşına düştü. Başta Doğu Almanya olmak üzere tüm Doğu Avrupa ülkeleri gerekli şartları taşıyıp taşımadıklarına bakılmaksızın AB’ye girdiler. Bu hızlı genişleme dalgaları bugün AB’nin yaşadığı pek çok ekonomik sorunun da kaynağıdır. Aynı şekilde Almanya’nın AB içinde orantısız büyümesinin nedeni de söz konusu hızlı genişlemedir.
***
Kaldırabileceğinden fazla yükü omuzlarına alan AB’de Türkiye’ye açıkçası yer yoktu. Ancak 11 Eylül saldırıları özellikle Almanya ve İngiltere solunda Türkiye’ye duyulan ihtiyacı arttırdı. 11 Eylül’ün Doğu-Batı çatışmasına zemin hazırlamasından çekinen gruplar Türkiye’yi olası sorunları önlemede bir ortak ve fırsat olarak gördü. Elbette Türkiye’deki demokratikleşme ve liberalleşme çabaları da yakınlaşmayı kolaylaştırdı. Ancak denebilir ki Türkiye-AB ilişkilerinde 2003-2005 arasında yaşanan ‘altın dönem’i Almanya’da Schröder’in, İngiltere’de ise Blair’in Türkiye yanlısı politikalarına ve Fransa’da bu politikalara engel olmayan bir cumhurbaşkanı (Chirac) bulunmasına borçluyuz (Schröder-Blair-Chirac üçgeni). Çünkü Türkiye-AB ilişkilerinde asıl belirleyici Türkiye’den çok AB tarafıdır ve AB içinde de Almanya, Fransa ve İngiltere üçlüsünden en az ikisinin anlaşması, üçüncüsünün ise engellememesi halinde hemen her konu AB politikasına dönüşebilir.
Ne yazık ki Türkiye’ye tam üyelik adaylığını getiren bir nevi sihirli olan bu üçlü formül Schröder’in yerini tam bir Türkiye karşıtı olan Merkel’e, Chirac’ın ise cumhurbaşkanlığını Türkiye ve Müslüman karşıtı Sarkozy’e devretmesiyle bozuldu. İngiltere’de ise Blair kadar Türkiye’ye sahiplenemeyen silik liderler işbaşına gelince ilişkiler de taşlı yola girmiş oldu.
Başka bir deyişle ilişkilerdeki bozulmayı Kıbrıs sorununa veya Türkiye’nin isteksizliğine bağlamak resmi eksik okumaktır. Özellikle Sarkozy-Merkel ikilisi öylesine güçlü bir Türkiye karşıtlığı sergilediler ki, bırakınız Türkiye’nin adaylık sürecini devam ettirmeyi, Türkiye’yi AB zirvelerine bile sokmadılar. Böylesine dostane olmayan bir tavır karşısında Türk siyasetçilerinin önce moral ve motivasyonları bozuldu, ardından ise ilgileri azaldı.
***
Sihirli üçlü formül yeniden kurulur mu, bilemiyorum. Ancak Fransa’da Sarkozy’nin gidişi kutlanmaya değer bir gelişmedir. Eğer Almanya da bunu izler ve Merkel’in yerine sol bir koalisyon gelebilirse Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir mucize için umutlu olabiliriz. Aksi takdirde sadece Türkiye’nin çabaları ile ilişkiler üyelik yolunda yürümez. Tam tersine AB’de bu ilgisizlik ve hatta karşıtlık olduğu sürece Türkiye’nin hızlı kalkınması ve demokratikleşmesi Türkleri AB üyeliğinden koparır.