Bizim siyâsî kavramlar sözlüğümüzde “Türk Dostu” ve “Türk Düşmanı” maddeleri fevkalâde önemli birer yer tutar.
Zâten bu kavramlar olmaksızın Türk Politik Evreni’ni tam anlamıyla kavramak zordur.
Buraya bir mim koydukdan sonra Büyük Fransız Devlet Adamı General de Gaulle’ün bir sözüne de işâret etmek istiyorum, ki nereye varmak istediğim daha rahatça anlaşılsın:
“Fransa’nın dostları ve düşmanları yokdur. Sâdece zamân içinde değişebilen menfaatleri vardır.”
Dünyâyı bir vatanın “dostları ve düşmanları” zâviyesinden algılayan bir zihniyetle bir vatanın “değişken menfaatleri” zâviyesinden ele alan bir zihniyet arasındaki fark, ikincinin lehine olmak üzere muazzamdır. Çünki birincisinde davranışlarınızı geniş ölçüde duygularınızın emrine verirken diğerinde akıl ve mantığınızı ön plana çıkarıyorsunuz.
Burada hemen akla gelen sorulardan biri şudur, yâhut en azından şu olmalıdır:
Peki, öyleyse Türkiye 15. Yy. Ortalarından 17. Yy. Sonuna kadar nasıl olup da yeryüzünün bir numaralı devleti olma özelliğine sâhib oldu ve bundan en az 50’şer yıl öncesiyle sonrası boyunca da hâlâ ilk üç, hadi bilemediniz ilk beş arasında yer almayı başardı?
Evvelini îzâh etmek zor değil:
Türkiye zâten Selçuklulardan bu yana akıl ve mantığın hüküm sürdüğü bir devlet zihniyetiyle idâre ediliyordu ama tam mânâsıyla neşv ü nemâ bulmaya kalmadan ağır darbeler yiyerek geriledi. Osmanlı neredeyse işe sıfırdan tekrar başlamak zorunda kalmışdır. 1699’dan sonra (Karlofça!) ise akıl ve mantığını elbet bir hamlede bohçaya sarıp sandığa kaldırmamakla berâber bu iki unsura gitgide artarak birtakım “yabancı unsurlar” karışmaya başladı. Meselâ aşağılık duygusu... Meselâ müsbet ilimlere artık eskisi kadar önem vermemek... Meselâ eldekiyle, yâni 19 milyon kilometrekarecik (!) toprakla yetinilirse karşı tarafın da, bütün olan bitenler üzerine sünger çekerek, kendisini rahat bırakacağını sanmak gafleti gibi...
Uzatmaya gerek yok.
Eğer 20. Yüzyıl’ın başlarında Târih Baba’nın bizlere olağanüstü bir kıyağı olarak Mustafa Kemâl Paşa kıratında bir kumandan ve devlet adamı önümüze düşmemiş olsaydı muhtemelen bizleri artık ancak yine târih kitablarında bulmak mümkin olabilecekdi.
Verilmiş sadakamız varmış ki yaşadığımız günlere gittikçe güçlenerek gelmeyi başardık.
Türkiye, 1920’lerden günümüze pek çok eksiğini gediğini kapayarak geldi. Bilhassa son onbir oniki yıllık performansımızı kimseden gizleyip saklamaya ihtiyâcımız yok. Zâten istesek de saklayamayacağımız belli oluyor, zîrâ belirli bir tedirginliğin, başda Batılı “dostlarımız” olmak üzere, yakın uzak bir dizi ülkeyi etkilemeye başladığını farketmemek de pek imkân dâhilinde değil.
Benim yaklaşık 40 küsur senedir savunduğum kanaat şudur:
Batılı “dostlarımız” gerçi, evet, bizi severler ama en çok biz ikiseksen yere uzanmış veyâ boksdaki deyimiyle “groggy” halde severler!
Öyle ki yere düşmemiş dahî bulunsak ayakda duracak mecâlimiz kalmamış olsun ve yalpalaya yalpalaya gidip kucaklarına oturalım!
Pek belli etmemeğe uğraşsalar bile Batılı dostlarımızdan en az bir bölümünün tedirginliğine sebeb, Türkiye’nin nisbeten sür’atle artan bir zindeliğe kavuşmasıdır.
Ülkemizin, onyıllarca süren bir “düşkün beyzâde” konumundan kurtularak artık tam tersine bizzat etrafdaki muhtaçlara el uzatan bir hayırsever konumuna gelmesi, Avrupa’daki bir dizi başkentde pek de sevinçle izlenmiyor.
Bu vesîleyle sâdece geçen sene muhtelif ülkelere toplam iki milyar dolar tutarında yardımda bulunduğumuzu hatırlarsak durumu daha iyi değerlendirebiliriz.
Peki, Amerika ve Rusya bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyor acabâ?
Alelâde bir gazeteci olarak ulaşabildiğim mahdud verilere göre bir tahminde bulunmaya cür’et edersem diyebilirim ki Washington bu gelişmeden memnundur. Çünki yakın sayılabilecek bir gelecekde, artık Çin yüzünden kendisi için tehlikeli bir sahne hâline gelmeye başlayan Uzakdoğu’ya daha fazla yoğunlaşabilmek için Yakındoğu’dan elini çekmek niyetinde olduğu anlaşılıyor. Yerine bırakabileceği “en güvenilir” ortak ise Türkiye gibi görünüyor.
Rusya ise her zamanki “iyi satranç oyuncusu” yeteneğiyle gerek bu havzada ve gerekse Ortaasya’da Türkiye ile sürtüşerek enerji ve zaman kaybetmekdense onunla “yanyana” iş tutmayı tercîh edeceğe benzer.
Önümüzdeki yıllar dış politika bakımından Türkiye için hiç de karanlık görünmüyor.
Ah, bir de kendi söküğümüzü dikmeyi öğrenebilsek...